© Malatya Time

Alişan HAYIRLI / Bir Mantar Uğruna…

Alişan HAYIRLI yazdı.

İmsak vakti… 
Yeğenim Alpay ve kılavuzumuz Kazım (Allah rahmet eylesin vefat etti)  ile birlikte silahsız “üç silahşor” Gündüzbey üzerinden Pınarbaşı, Kozluk ve Sarsı istikametine doğru sabahın erken saatinde yola koyulduk. 
Bundan tam 2 yıl önce yine aynı ekiple Karlık dağlarına unutulmaz bir doğa gezisi yapmış, memleketimizin doğa harikası güzel köylerinde ışkın ve şifalı otlar toplamıştık. Hala o gezinin tadı damağımızda, topladığımız ışkınlar gözümüzün önündeydi sanki… 
* Mantar Avcıları!
Fakat bu sefer tek farkla ki, hedefimizde ışkın değil sadece ve sadece yöresel tabirle “Göbelek” dediğimiz mantar var. 
Protein ve besin değeri açısından ete alternatif olarak gösterilen ve son yılların göz gıdalarından biri olan mantar…
Bağışıklık sistemini güçlendirerek hastalıklara karşı direnci artıran, göze ve vücuda kuvvet veren, bedensel ve zihinsel gelişimi destekleyen, öğrenme yeteneğini artıran, yorgunluğu gideren, bol miktarda demir minerali içeren kansızlığa iyi gelen, kandaki kolesterol oranını düşürerek kalp ve damar hastalıları ile kalp krizine karşı koruyucu etki gösteren mantar…
Gündüzbey ile Çelikhan arasında yer alan yüksek zirveler ve rüyalarımızı süsleyen mantarlar bizi bekliyor. 
Biz geliyorduk… Mantar avcıları! 
* İlk molamız Bürücek Yaylası’nda…
Pınarbaşı, Gündüzbey Kaptaj tesislerinin hemen yanından sola kıvrılıp, Yukarı Kozluk yoluna saptık. Sabah kahvaltısı ve öğlen yemeği için sırt çantamızda yeterince nevalemiz var. 
Civar köyleri ve yerleşim birimlerinin uzun yıllardır çadır kurup yaz ayları boyunca hayvanlarını otlattıkları meşhur Bürücek Yaylası’nda mola verip kahvaltı yapacaktık. Doğayla baş başa, kuş sesleri arasında, tertemiz havası ve bol oksijenli bir ortamda çay demleyip kahvaltı yapıp yola devam ettik. 
Sarsı Köyü’ne ulaştığımızda eski dost Remzi Kılıç’ı aradı gözlerimiz… Küçük oğlu Mustafa, babasının karşı dağda hayvanları otlattığını söyledi. Artık orada Mustafa ile birlikte mini bir oturum gerçekleştirip hangi yöne gideceğimize karar verecektik. Nereye gidebilirdik? Mantar en çok hangi dağda yetişirdi? Mustafa bizi yönlendirecekti… Ve sonunda karar verdik: Mahmutlar mezrası yönünde Hamza dağlarına doğru gidecektik. Nitekim Remzi Kılıç da o yönde bulunduğu için O’nu da görebilecektik. 
Yaklaşık iki kilometrelik bir yolculuktan sonra Remzi Kılıç’ı dağların yamacında koyunları ve keçileri otlatırken bulduk. Ayaküstü biraz sohbet edip hasret giderdikten sonra yola devam ettik. En sonunda Mahmutlar Mezrası’na geldik. Artık orada yol bitti. Aracı park edip, sırt çantalarımızı yüklenip dere boyunca yürümeye başladık. 
•    Hamza dağına tırmanış
Hava güneşliydi ama yine de güven olmazdı. Dikkatli olmak zorundaydık. Hedef Hamza dağıydı. Üç koldan dağa doğru tırmanmaya başladık. Hayatımda ilk defa mantar toplamaya çıkmanın verdiği heyecanla zirveye doğru tırmanmaya başladım. Aslında mantar toplamak bahaneydi, benimkisi biraz da macera peşinde koşmaktı. Nefes almadan hızla zirveye doğru tırmanmaya başladım. Tırmandıkça Beydağlarının bir silsilesi olan Hamza Dağı’nın muhteşem güzelliği karşısında adeta kendimden geçiyorum. Her türlü şifalı bitkiler, birbirinden güzel çiçekler, dağların gökyüzü ile temas eden ihtişamlı zirvelerini süslüyor. Rengârenk laleler, papatyalar ve adını bilmediğim hayatımda ilk defa gördüğüm çiçekler insan ayağı değmemiş dağları tam bir tablo haline dönüştürüyor. 
•    Gaipten bir ses beni çağırdı
Sarp ve keskin yamaçtan tırmanırken ekiple arayı ne kadar açtığımın farkında bile değilim. Daha yukarılara, daha zirveye, en uç noktaya çıkmak istiyorum. 
Zirveler beni mıknatıs gibi çekiyor.  Adını bilmediğim, tarif edemeyeceğim efsunlu güçler beni çağırıyor.  Gaipten bir ses sanki bana sesleniyor. Yerden ne kadar uzaklaşırsam, görüş açım o kadar genişliyor, zirveye ne kadar yaklaşırsam kendimi o kadar özgür hissediyorum. 
Nihayet Hamza Dağı’nın zirvesine vardım. Bir kayanın üzerine oturup etrafı seyre başladım. Yorgun düşmüş, nefes nefese kalmıştım. Başım göğe değiyordu artık. Temiz ve bol oksijenli havayı içime çekiyor, şifalı bitki ve çiçekleri, dört bir yanımdaki dağları seyre dalıyorum. 
Benim yerim burası... Huzuru ve mutluluğu burada buluyor, hırçın dalgalar misali köpüren ruhum burada saadeti teneffüs ediyor. Şehrin üzerime sinmiş kiri ve pası temizleniyor, maddi ve manevi arınma, bir nevi terapi oluyorum. 
Tabiat ananın kucağında, kuşların sesi bana ninni gibi geliyor. Bir çam ağacının dibinden pır diye kalkan keklik sürüleri, tabana kuvvet kaçan bir tavşan, o ağaçtan bu ağaca uçup duran kuşlar ıssız ve sessiz dağ hayatının en güzel şarkılarını besteliyor. 
•    Hamza dağında kayboldum
Kayanın üzerinde ne kadar oturduğumu hatırlayamıyorum. “Doktor tabiatın” muayenesinde geçen tedavi süresini bilemiyorum. Birden kendime geldim. Ağzımın kuruduğunu, biraz acıktığımı hissettim. Hemen yanı başımda bir kar kümesini fark ettim. Üzerini temizledikten sonra bir avuç karla susuzluğumu, şifalı otların tadına bakıp açlığımı giderdim. Zehirli ve zararlı olabileceği aklıma gelmedi, fakat olsun, dağların zehri şehrin balından daha tatlıydı bana göre…
Öleceksem dağların zehirli otları ve karıyla öleydim. 
Fakat şimdi bir sorun var. Yol arkadaşlarımla bağlantıyı kopardım. Kayboldum.
Zirvelerden aşağı inmeliyim. Vakit çok geçti. 
Acaba arkadaşlarım nerede? Ne kadar uzaklaşmış ve onlar hangi yöne gitmişler? 
Onların derdi mantar... Onlar ne kadar mantar bulur ve şifalı ot toplarsa o kadar mutlu olacak. Beni merak edip etmediklerini de bilmiyorum.
Zirveden aşağı doğru inmeye başladım. Bir yandan da “Kazıııııııııııııııııııım! Alpaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaay!” diye bağırıyorum. Sesim karşı dağlardan yankılanıp geri geliyor. 
Korktuğum başıma geldi. Hiç biri sesime cevap vermiyor. Kayboldum işte! Nerede olduğumu bilmiyorum ve yönümü kaybettim. Hava da yavaş yavaş kararıyor, yağmur yüklü kara bulutlar karşı ufuklarda belirmeye başladı. Yağmur geliyor, belliydi… 
•    Hüngür hüngür ağladım!
Dağ ve zirve tutkusu başıma iş açtı. 
Bir yandan arkadaşlarıma sesleniyor, bir yandan da çılgınlar gibi aşağı, dere tarafına doğru iniyorum. Artık mantar da şifalı otlar da umurumda değil. 
Burada kaybolursam, yağmurların altında kalırsam, hasta olursam ne yapacaktım? Anneme ben ne diyecektim? 
Yok, hayır, hiç kimsecikler yok. Etrafta insan suretinde kimseyi göremiyorum. 
Bir kayanın üzerine oturup hüngür hüngür ağladım! Evet ağladım! Neden, erkekler ağlamaz mı? Nasılsa kimsecikler yanımda yok. Kim duyuyor biliyor benim ağladığımı? Kuşlar gelip size mi söyleyecek? Keklikler gelip size haber mi verecek? 
Ağladığımı söyleyeyim ki “düşmanlarım” sevinsin mi?
•    Keklik bana yol gösterdi!
Artık umudumu kaybettim. Kimden yardım alabilirim ki? Nereye gideceğimi bilmez bir şekilde kara kara düşünürken bir keklik yanıma yaklaştı. “Keklik kardeş arkadaşlarımı kaybettim, gördün mü?” diye sordum. 
Keklik, “Ağlama Alişan kardeş, ben seni arkadaşlarına götürürüm” dedi ve bana yol gösterdi! Arkadaşım kekliğin peşine düştüm, yaklaşık yarım saat sonra dereye yakın bir yerde bir karartı gördüm. Sanırım bu yeğenim Alpay’dı. Avazım çıktığı kadar bağırdım: “Alpaaaaaaaaaaaaaaaaaay!” 
Kurtulmuştum! 
Teşekkürler Keklik kardeş! Allah razı olsun.
Alpay çok kızgındı:
“Dayı nerelere kaybolduk, seni çok merak ettik, neden bizden ayrıldın?”
•    Sadece bir mantar
Kazım ise başıma gelenlerden habersiz sürekli şifalı ot topluyor. 
Baktım, Alpay’ın elinde kocaman bir mantar!
Çok şükür bir tane mantar bulmuşlar. Bu kadar yorulmamıza, gezmemize değmişti. Koca dağlarda bula bula sadece bir tane mantar bulmuşlar. 
Bizden önce yüzlerce insan gelip bu dağlarda mantar aramış, hepsini söküp götürmüşler, bize de hiç bırakmamışlar. 
Ne olacak, vicdansızlar!
İnsan geride kalanlara, kendilerinden sonra geleceklere bir tane mantar bırakmaz mı? Arta kalan enerjimizi de beddua ederek harcadık.
...

YAZININ DEVAMI BURADA

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER