Malatya
14 Ekim, 2025, Salı
  • DOLAR
    41.83
  • EURO
    48.51
  • ALTIN
    5540.3
  • BIST
    10.556
  • BTC
    112777.12$

Alişan HAYIRLI / Yüreğimi İzollu’ya Bıraktım da Geldim

Alişan HAYIRLI / Yüreğimi İzollu’ya Bıraktım da Geldim
Alişan HAYIRLI yazdı.


 
“Romantizm hastalığı işte budur: Sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi ay'a göz dikmek.” Fernando Pessoa
 
Mutlu, zengin ve özgür insanların hüküm sürdüğü İzollu topraklarını, Elazığ ile Malatya’yı birbirinden ayıran Fırat Nehri’ni ve hâlâ inadına erimediği ve sıcaklara direndiği küme küme kar yığınlarının üzerinde bir nokta gibi kaldığı Beydağlarını görünce zaman içinde başka bir zamana, hayat içinde başka bir hayata geçiş hali, psikolojik ayrışma, bünyesel değişim, irade tutulması yaşarsınız. 
Ama yanınızdakiler bunu bilemez, göremez ve hissedemez. Senin normal bir insan olarak İzollu topraklarına ayak bastığını zanneder. 
Doğanın, yeşilin, ağaçların, kuşların, derelerin, çiçeklerin, bilumum nebat ve hayvanatın yürekleri cezbeden mahur bestesini dinmeye gidiyorum sanki… 

•        Siz hiç İzollulu oldunuz mu?
Bir insan aynı ayna iki insan olabilir mi? Bir insanın dört ayağı, dört eli, iki kafası, dört gözü, iki kalbi olabilir, yani bir insanı iki ile çarpabilir misiniz? Şehirde tek insan; kırda, bayırda, dağda, kuşların yanında, yemyeşil buğday tarlasının ortasında iki insan olabilir misiniz? 
Erdemli köyünün ta yüksek tepelerine çıktığınızda, bir gelin gibi süzülen durgun Fırat nehrini seyrederken duygularınıza gem vurabilir misiniz?
İzollu’nun yemyeşil patika yollarında dağa doğru tırmanırken aniden bir ağacın altından fırlayıp dere kenarına doğru hızla kaçan bir sincap gördüğünüzde neler hissedersiniz?
Ya da bir akşamüstü, karşı dağların yamacında güneş önce kızıla bürünüp sonra kaybolmaya yüz tuttuğu bir sırada, Karakaya Baraj gölü kenarında balık avlarken üstünüzden uçup giden bir leylek gördüğünüzde kimlere selam gönderirsiniz? 
Dört tarafı dağlarla çevrili bir dere kenarında buz gibi akan suyu avuçlayıp içtiğinizde, kurumuş dudaklarınızı değil ama yüreğinizde tutuşan hülyaları sulamış olmaz mısınız? 
Bir iğde dalını koparıp mis gibi kokan çiçeğini sanki burnunuzla yiyecekmiş gibi kokladığınızda, sinenizde gizlice beslediğiniz sevdalar sarhoş olmaz mı?

•        15 yıl sonra Erdemli…
Yeğenim Selçuk ve Leyla’nın memleketleri İzollu’ya, Erdemli köyüne tam 15 yıl olmuş gitmeyeli… 
Şehrin doğu tarafında, Elazığ yolu üzerinde, yaklaşık 45 kilometre uzaklıkta tam bir doğa cenneti… Fırat Nehri bir gerdanlık gibi boğazına asılmış Erdemli köyünün… 
Gözüm ta yukarılara, gökyüzü ile temas eden zirvelere takılıyor. Yol boyunca yemyeşil otların, buğday tarlalarının ve kayısı ağaçlarının aralarında açmış kırmızı gelincikler sanki bize “hoş geldin” diyor, İzollu gülen yüzünü bize gösteriyordu. Sararmaya yüz tutmuş kayısılar ağaçların kulaklarına bir küpe gibi takılmıştı sanki… 
 Asfalt yoldan ayrılıp, Erdemli köyüne kıvrıldığımızda heyecanım doruk noktasına ulaşıyor. Cumartesi günü sabahın erken saatinde köye vardığımızda sicim gibi yağan yağmurun, kara bulutların kapladığı gökyüzünün, yüreklere korku eken gök gürültüsünün bile moralimizi bozmaya, sevincimizden bir parça bile koparmaya gücü yetmemişti. Aksine yağmur, yemyeşil kayısı bahçelerine ayrı bir güzellik katmış, sisli dağlar bambaşka bir görünüme bürünmüştü. 
Ne kadar da özlemişim Erdemli köyünün erdemli insanlarını… Yaşlı babaanneyi, 12 kişilik ailenin reisi Yasin Amca’yı, evin bel direği olan Erol’u, kartal avcısı Abit’i, evlilik heyecanı yaşayan evin en küçük oğlu Sinan’ı… 

•        Sanki hayvanat bahçesi
Evin annesi Lütfiye Teyze’yi 15 yıl önce bıraktığım gibi yine ocak başında köy ekmeği pişirirken, babaanne bir sandalye üzerine oturmuş, çocukların sabah koşuşturmasını izliyorken gördüm.
Tavuklar civcivler evin bahçesinde yemleniyor, ahırdan yükselen ineklerin sesleri horoz seslerine karışıyor, bir ağacın dibindeki kazığa bağlanmış köpeğin havlamasına kimse aldırmıyordu. Kazlar tin tin ortalıkta dolaşıyor, bir kafese konulmuş keklik ötüp duruyordu. Evcil tavşan ürkek ürkek bir kenarda bizi izliyordu. Evin bahçesi tam bir hayvanat bahçesini andırıyordu. 
 “Kartal Avcısı” Abit  bir ay önce yumurtaları bulup eve getirmiş,  tavuğun altına koymuş, sonra iki kartal kabuklarını kırıp hayata gözlerini açmış. 

•        Narinç yaylası bizi bekliyor
Tereyağı, peynir, kaymak, şifalı otlar, kömbe gibi doğal yiyeceklerin kahvaltı sofrasını süslediği masaya oturduğumuzda yağmur şiddetini daha da artırmıştı, görünen o ki hava şartları bizi eve hapsedecekti. Ama benim hiç niyetim yoktu evde kalmaya… Dağlara çıkmak için acele ediyordum. Daha yukarılara, zirveye, Narinç Yaylası’na, Sefertası ve Munzik derelerine gitmek için can atıyordum. 
Yasin Amca, ısrarlarıma dayanamayarak “Hadi öyleyse hazırlayın traktörü römorkuyla! Dağda sele yakalanırsanız sorumlusu ben değilim!” dedi. 
Sinan traktörün direksiyonuna geçti ve sicim gibi yağan yağmura aldırmadan gaza bastı. Yaklaşık yedi kilometrelik bir dağ yoluna koyulduk. 

•        Çılgın Abit’in çılgın evliliği
Abit bizim rehberimizdi. Tüfeğini kuşandı. Artık emin ellerdeydik. Bu dağlar ondan sorulurdu. Çevrede ona “Kartal avcısı” diyorlardı. Tavşanın önünü kesmesi ve onu koşarak yakalamasıyla meşhurdu. Başkalarının araçla gittiği yerlere o yürüyerek giderdi. 
 “Çılgın adam Abit” in evliliği de çılgınca olmuştu. Yedi yıl önce İstanbul’da çalışırken, İstanbul’da doğup büyüyen aslen Konyalı bir kız kaçırmış, İzollu’ya getirmişti. 
Aradan geçen yedi yılda İstanbullu gelin Erdemli köyünün en becerikli ve hamarat bir gelini olup çıkmıştı. Ekmek pişiriyor, inek sağıyor, koyun otlatıyor, kayısı patikliyor, kısacası bahçenin ve evin bütün işlerini görebiliyordu. Bir köylü kızı alıp köyde tutmanın herkes üstesinden gelebilirdi. Ama böylesi hiç görülmemişti bu diyarlarda… Bunu ancak Abit başarabilirdi. 

•        Eşekli adam mı mutlu, İstanbul trafiğindeki adam mı?
Motorun arka kısmına eklenmiş römork içinde dağ yolundan yavaş yavaş zirveye tırmanırken yolda eşeğinin sırtında bahçesine giden bir köylüye rastladık. Dediler ki, “Bu yaşlı adam sabah erkenden kalkıyor, eşek sırtında 10 kilometrelik dağ yolunu 2-3 saatte katediyor, bahçesine gelip çalıştıktan sonra, yine 2-3 saatte evine dönüyor.”
Söyler misiniz bana, bu adam İstanbul trafiğinde, evine 2-3 saatte giden adamdan daha mutlu değil midir? Ve daha sağlıklı? Ve daha özgür? Ve daha zengin?

•        Hayatın tam göbeği
Nihayet Narinç Yaylası’na ulaştık. Motor bizi bir derenin kenarında bıraktı. Şimdi bizi zorlu bir parkur daha bekliyor. Bu arada yağmurlu hava yavaş yavaş yerine güneşli havayı bırakıyor, kara bulutlar dağılıyor, güneş ışınları sırtımızı ısıtmaya başlıyor. Öğleden sonra hava tamamen açacak gibiydi…
Artık hayatın tam göbeğindeydik. En güzel şiirler burada yazılıyor, en güzel şarkılar burada besteleniyor. Sessizlik senfonisi burada çalıyor, temiz hava açık tiyatrosu burada sahneleniyor, Shakespeare’in soneleri burada oynanıyor.
Hafif esen lodos rüzgârı yemyeşil buğday başaklarını yere yatırıp kaldırıyor. Derede akan suyun sesi, Beethoven’in duygulu ve dramatik senfonilerini aratmayacak ölçüde kulağa hoş geliyor. 
Zirveden bakınca Fırat Nehri bir yılan gibi incecik, kayısı bahçeleri yeşil bir örtü gibi görünüyor. 
Şehirde iken hiç görünmeyen, hissedilmeyen ve belki de bilinmeyen bu dağlardaki hayat, içine girdikçe gözümde büyüyor, dağların arkasında kalan o büyük şehir hayatı da gözüm de küçülüyor. 
En nihayet kopuyor ip!
Fiziki mekan değişikliği ruhi ve manevi hayatınızı da başka bir aleme taşıyor, dış mekân artık iç mekânınız oluyor. 

•        Mantarla geri dönüyoruz
Abit bizden ayrılmıştı. Biraz daha uzaklara gidip, daha önceden yerini ezberlediği bayırlarda bizim için mantar topluyor. Bir saat sonra bulunduğumuz yere geldiğinde çantasında kilolarca mantar vardı. 
Artık geri dönüş vakti gelmişti. 
Traktör aşağıda bizi bekliyor. 
İzollu’nun gözleri kamaştıran muhteşem manzarasını dağlardan aşağıya doğru inerken bir kere daha seyredecektik. Yeşilin en koyu olduğu bu mevsimde gözlerimin içi temizlenmiş, ruhum büyük bir sükûnete kavuşmuştu. 

•        Balık tutmanın dayanılmaz hafifliği
Güneşin batmaya yakın bir vaktinde baraj gölü kenarına çağa çoluk akın ettik. Abit bu sefer bizi dağların zirvesinden sıfır noktasına, dere sularının baraj gölüne aktığı noktaya getirdi. Ancak gündüz aydınlığının yerini akşam karanlığına bırakacağı zamanı beklemek zorundaydık. Balıklar işte o vakit geliyorlarmış. 

•        Bu kadar mutluluk fazda değil miydi?
Ne güzeldi. Burada her şey topraktan ve sudan kazanılıyor. Yukarıda dağlarda mantar, aşağıda derede balık… Mutluluk zirve yapmıştı bende… 
Bidon dolmuş, yetmemişti.
“Çocuklar torbayı getirin!”
Baraj gölünün batısında akşam güneşi kayboluyor, batarken masmavi gölün üzerine pembemsi ışıklarını örtüyor. Görünmeye değer muhteşem bir manzara,,. Bir yandan balık tutuyor bir yandan da güneşin batışını seyrediyorum.
Aman Allah’ım! Bu kadar mutluluğu hak ediyor muydum ben! 
Mutluluğun fazlası olur muydu?
Bencil mi davranıyordum? Bütün mutluluğu tadarak başka insanların mutluluğunu mu çalıyordum?
Diye düşünürken kıyıda kediler, gönül kenarına leylekler gelmesin mi? Onlar da balık avlamaya gelmişlerdi. 
Oh içim rahat etti!
Arkadaşım kedinin, kardeşim leyleğin avlanmalarını büyük bir zevkle seyrettim. 
Arabamızın içi balık dolu eve doğru giderken, arka bagajda cıvıl cıvıl oynaşan altı çocuktan daha mesut olan bir çocuk ön tarafta oturuyordu.
Eve vardığımızda vurduğu geyiği boynuna atmış gururla gelen Kızılderili bir yerli gibi hissettim kendimi!
Oturup akşam yemeğini yedikten sonra ruhumun değil ama bedenimin yorulduğunu hissetmeye başladım. Bir akraba ziyaretinden sonra yastığa başımı koyar koymaz uyuduğumu hayal meyal hatırlıyorum.

•        Aile mutluluğunun sırrı
Ertesi günü sabah pırıl pırıl bir güne uyandık. Güneş tamamen açmış, hava yazdan bir gün gibi sıcacıktı. Küçük bir dere turundan sonra sabah kahvaltısı hazırlandı bizim için…
Kadınlar hiç boş durmuyor. Bir işi bitirip başka bir işe başlıyorlar. Başlarında Lütfiye Teyze, hem kendisi çalışıyor hem de evin işlerini organize ediyor. Herkesin yüzü gülüyor, işler neşe içinde görülüyor.
Tabiatla uyumlu bu manzarayı görünce beni aldı bir düşünce…
Kayınvalidesi, gelinleri ve torunlarıyla birlikte yaşayan Lütfiye teyze bu kadar kalabalık bir ailede dengeyi nasıl kuruyor? Nasıl oluyor da en küçük bir problem olmadan, şehirdeki aileleri kıskandıracak derecede huzurlu yaşıyorlar?
Elindeki sihirli formül neydi? Şehirde karının kocayla, evladın babayla, kızın anneyle, gelinin kaynanayla kavga ettiği, boşanma oranlarının her yıl arttığı, kardeşlerin bile birbiriyle geçinemediği, toplumsal çözülme ve geçimsizliğin zirve yaptığı bir dönemde bu küçük köyde mutlu ve huzurlu yaşayan Akdeniz ailesinin sırrı neydi?  Hâlbuki şehirde aile küçüldükçe kavga büyüyor. Varlık ve zenginlik arttıkça geçimsizlik o oranda artıyor. Lüksün, israfın, teknolojinin girmediği bu ailelerde hiçbir sorun yaşanmazken, şehirde aileler neden parçalanıyor? 

...

YAZININ DEVAMI BURADA 

Videolar için YouTube kanalımıza abone olmayı unutmayın!


  • 0
    SEVDİM
  • 0
    ALKIŞ
  • 0
    KOMİK
  • 0
    İNANILMAZ
  • 0
    ÜZGÜN
  • 0
    KIZGIN

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

Başka haber bulunmuyor!