dore okulları
Malatya
28 Mart, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.33
  • EURO
    35.13
  • ALTIN
    2301.7
  • BIST
    9075.66
  • BTC
    71302.75$

"Malatya'nın üzerini çizdim..."

18 Ocak, 2023, Çarşamba 23:27Admin
"Malatya'nın üzerini çizdim..."

Ülkemize yön veren siyasetçilerin beşiği konumundaki Malatya, bu özelliğiyle ön plana çıkıyor. Malatyalı siyasetçiler denilince akla gelen isimlerden biri de Recai Kutan'dır. Mühendis, bürokrat ve siyasetçi olarak ülkemizde söz sahibi olan, Malatya'ya da büyük hizmetleri dokunan, Recai Kutan ile sıcak ve samimi bir ortamda sohbet gerçekleştirdik. Ülkemizin-Malatya'nın geçmişi ve geleceği hakkındaki görüşlerini aldığımız Kutan, babacan tavrıyla gönüllerimizi bir kez daha feth etti. İşte Recai Kutan'ın sözleriyle, Türkiye ve Malatya'nın dünü-bugünü...

RÖPORTAJ: MURAT ÇETİN 

Ben, 1930 yılında Malatya'da doğdum. Rahmetli babam 1929 yılında açılan Gazi İlkokulu'nda müdürlük yapmıştır. Vefat ettiği 1957'de halen o okulda başöğretmenlik yapıyordu. Tam tamına 28 yıl başöğretmenlik yaptı. Rahmetli babam Kafkas gazilerinden biridir. Enver Paşa'nın ölçüsüz kararlarıyla Allah-ü Ekber Dağları'na gönderdiği on binlerce askerin arasında, babam da bulunuyormuş. Donmak üzereyken bir Malatyalı tarafından kurtarılan babam, bir gün bana “Ben çok yorulmuştum. Dağda darmadağın olduk, ovaya indik. O sırada ben kaputumu üzerime örtüp, biraz dinlenmek istedim. Biraz sonra bir adam geldi ve bana galiz bir küfür savurarak bir tokat vurdu. Gayet sert bir şekilde bana kalk deyince, çok sinirlendim ve arkamdaki tabancaya sarılmak istedim. Ama elim belime ulaşmadı. Çünkü donma başlamıştı. Bu adam vakti zamanında cellatlık yapan biri olduğu için, o çevre tarafından pek de sevilen bir adam değilmiş. Beni sırtlayarak yaklaşık 2 kilometre ötede terk edilmiş bir köye götürdü. Bir ahırdaki gübre yığınına beni gömdü. Böylece donmaktan kurtuldum.” demişti.  Rahmetli babam, Sancaktar Mahallesi'nin tabiri caiz ise dert babasıydı. O günkü şartlarda bir başöğretmen olarak itibar gören bir insandı. O dönemde Malatya'da 6-7 tane okul vardı. Birde özel okul vardı. Başka okul yoktu. Adıyaman ve çevresinde Malatya'ya gelmiş olan Trahom (Bir çeşit göz hastalığı) okuluydu. Okula başlayacak olan biri önce hastaneden göz doktorundan sağlık raporu alırdı. Eğer trahom yoksa diğer okullara, varsa da trahom okuluna giderlerdi. Rahmetli annem, Murat Efendi isimli bir subayın kızıdır. Babası, önce Galiçya Cephesi'ne oradan da Yemen'e gitmiş. Babası döndüğünde, annem gelinlik kız imiş. 8-9 yıl Yemen'de kalmış. Biz çocukluğumuzda bir yandan Kafkas hikâyelerini diğer yandan da Yemen Türkülerini dinleyerek büyüdük.  

“LİSE, TIMARHANEYE BENZİYOR...”

Ben, 3 kardeşin en küçüğüydüm. Büyük ağabeyim, Malatya'ya ilk röntgen cihazını getiren kişidir. İstanbul Tıp'ta okudu. Diğer kardeşim Yıldız Teknik Üniversitesi'nden makine mühendisi olarak çıktı. İkisi de Hakk'ın rahmetine kavuştu.  İki büyük ağabeyim, ders çalışırken ben 5-6 yaşından itibaren onları dinlerdim. Hafızam da güçlüydü, onları ezberlerdim. O dönemde bir lise müdürü vardı. O dönemin şartları içinde şiir yazardı. İsmi Vasfi Mahir Kocatürk. Onun oğlu da profesör oldu. Laik kesimin önde gelen isimlerindendi. Bir müddet sonra ben ortaokula gittim. Mahir hocanın yerine şiirleriyle etkili olan Arif Nihat Asya'yı müdür yaptılar. O dönemde iktidarda İsmet İnönü vardı. Milli Eğitim Bakanı da Hasan Ali Yücel'di. Arif Nihat Asya'nın lise müdürü olarak gelişi Malatyalılar tarafından fevkalade takdir topladı. O dönemde yavaş yavaş köy enstitülerinde Milli Eğitim'in sol kadrolaşmasından rahatsızlık hissediliyordu. Bir gün Hasan Ali Yücel, Malatya'ya geldi. Akşam yemek verildi. O zamanlar “Hasan Ali Yücel, Arif Nihat Asya'yı sevmez” diye bir rivayet vardı. Hafif yollu bir çatışma oldu. Hasan Ali Yücel, “Bu nasıl lise, tımarhaneye benziyor” demiş. Arif Nihat Asya da “Bundan sonra, ben de sizinle tımarhane müdürü olarak konuşacağım” demiş. Arif Nihat Asya'nın bütün şiirlerini ezberlemiştik. Bayrak şiirini hemen hemen tüm talebeler ezbere biliyordu.

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,

Işık ışık, dalga dalga bayrağım!

Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım…”

ŞİMDİKİ GENÇLER, 2 ŞİİR BİLMEZ  

O dönemde fen bilimlerine çok ilgim vardı. Daha sonra müdürlükten alınan Arif Nihat Asya'nın edebiyat öğretmeni olmasından büyük memnuniyet duyduk. O dönemde ilçelerimizin hiç birinde lise yoktu. Adıyaman ilçemizdi ve lise yoktu. Bizim Millî Görüş davasının en eski mensuplarından biri olan Süleyman Arif Emre, Adıyaman Besni'dendir. Rahmetli babası Malatya'ya getirmiş ve babama teslim etmiştir. Büyük ağabeyimle aynı sınıftaydı. Süleyman Arif Emre'yi, ben 12-13 yaşlarındayken tanıdım. Fen derslerine bu kadar ilgim varken diğer yandan sosyal ve edebiyata da yöneldim. Belki Arif Nihat Asya olmasaydı, sadece fen bilimleriyle ilgilenecektim. Arif Nihat Asya ve diğer şairlerin de etkisiyle, bizim jenerasyona bugün en basiti “4 tane şiir oku” derseniz okurlar. Bugünkü gençlere bakıyorum. “Ezbere 2 tane şiir oku” diyorsunuz pek okuyan da çıkmıyor. Ben bir ara Ahmet Haşim'in bir şiir kitabını başından sonuna ezberlemiştim. O dönemde Mehmet Akif ve Necip Fazılı da çok yakından takip ediyorduk. Böylece liseyi bitirdik. 11. sınıfta 2 şube olurdu. Bunlardan biri fen şubesi, diğeri edebiyat şubesi. Edebiyat 2, Fen şubesi 1 taneydi. Biz o zaman fen şubesinde 16 kişiydik. Edebiyat şubelerinde 40'ar kişi vardı. O dönemde lise mezunlarının yedek subay olma hakkı vardı. O dönem lise mezunları itibar görürlerdi. Hiç olmazsa yedek subay olurlardı.  

 “RECAİ MEZUN OLUNCA MUTLAKA BANA GELSİN”

 Ben liseyi bitirip İstanbul'a geldim. Ulaşım sadece demir yoluyla oluyordu. Kara yolları faaliyetleri fazla yoktu. O zaman fen şubesinden mezun olan arkadaşların ana hedefi, İstanbul Teknik Üniversitesi'ne girişti. Benim sınıftan 7 arkadaş oraya gittik. O zaman “İstanbul Teknik Üniversitesi'ni bitireceğim ama, 2. bir üniversitede bitireceğim. İstanbul'u bütün yönleriyle öğrenme gayretinde olacağım” dedim. 1952 yılında mezun oldum. Lisede okuduğum dönemde Malatya'da valiliğe bağlı bir su işleri teşkilatı vardı. Şimdiki adıyla DSİ diyoruz. Rahmetli amcam orada önemli pozisyonlarda olan biriydi. O dönemde orada şube müdürü olan zat vardı. Benim mezun olduğum sıralarda, teşkilat kanunu çıkmış ve bahsettiğim bu zat, Türkiye'nin ilk DSİ Genel Müdürü olmuştu. Amcam dolayısıyla oraya gidip gelirken benimle yakından ilgilenmişti. Fen bilimlerine yakınlığım olduğundan dolayı benimle ilgilendi. O da beni “Teknik Üniversiteye gir” diye teşvik ediyordu. Ağabeyime, “Recai mezun olunca mutlaka bana gelsin” demiş. O dönemde mühendislerin iş bulmama diye bir problemi yoktu. Son sınıftayken özel sektör ve kamudan bir sürü insan gelirdi. “2 ay sonra mezun olacaksın. Gel bizimle çalış” derlerdi. Ben ve yakın arkadaşım olan Korkut Özal, Malatya'ya tayin edildik. Korkut Özal'ın babası banka müdürüydü. Annesi, Hafize Hoca Hanım öğretmendi. Okullar tatil olunca Turgut  ile Korkut'u babasının evine getirirdi. Babası Yusuf Ağa'nın eviyle bizim evimiz karşı karşıyaydı. Onların bahçesi yoktu. Bizim evin arkasında meyve bahçesi vardı. Turgut, Korkut, ağabeylerim ve kuzenlerim ile bizim bahçede meyve toplar, yakın arkadaşlık yapardık.  

SULAMA ALT YAPISINI KORKUT ÖZAL'LA BİRLİKTE YAPTIK

Korkut'la birlikte geldik ama Malatya'da Su İşlerini kapatıp, Kahramanmaraş'a taşımışlar. “Yeniden kurduk. Burayı düzenleyin” denildi. Korkut ile beraber belediyenin arkasında kiralık bir yere geldik. DSİ'nin hiçbir tesisi yok. Biz, 3 mühendis olarak çalışmaya başladık. DSİ ayrıldıktan sonra hiçbir projeye el atılmamış. Korkut da gayet aktif mühendislerden birisi. “Biz Malatya'yı en iyi şekilde inceleyelim. Doğal kaynaklar itibarıyla neler yapılabilir bunları belirleyelim.” dedi. Malatya Belediyesi'nin içinde bir tane teknik eleman yoktu. Bir derdi olanlar bize gelirlerdi. Biz Malatya'yı ilçeleriyle beraber yakından tanıdık. Bazı projeleri süratle ele aldık. Bizden evvel Derme Sulaması diye bir Sulama vardı. Gündüzbey Kapuluk denilen yerde bir regülatör, regülatörden sonra beton kaplamalı bir kanal, eski adıyla Kilaye'ye kadar gidiyor. Ondan sonra bir toprak kanal. Tecde'den o toprak alanı geniş bir gölet haline getirmişler. Onun önüne de küçük bir hidroelektrik santral kurmuşlardı. Biz o Derme Projesi'ni ele aldık. O zaman su kaynağı olarak Derme Pınarları vardı. Bağ köylerinden geçip büyük ölçüde tüketiliyordu. Aşağıda Eski Malatya'da Boran'a doğru giderken pek kalmıyordu. O dönemde su yetmiyordu. Biz bazı projeler hazırladık. Belediyeye de bazı projeler sunduk. O dönemde 1960 Darbesi olmuş, İsmet İnönü başbakan olmuştu. Milletvekillerinin tamamı da Halk Partili'ydi.  Onlara da bu hazırladığımız projeleri veriyoruz. “Ankara'dan takip edin bunlar halledilsin ve Malatya'nın su işleri halledilsin” diyoruz. Verdikleri klasik cevap ise “Demokrat Partililer bizim teklifimize ilgi göstermezler” oluyor. Biz böylece Korkut Özal ile birlikte Malatya Projesi diye bir proje hazırladık. Bunların içinde su ve toprak kaynaklarının geliştirilmesi. Onun dışında taşkınlar vesaire gibi konular vardı. En yakınımızda olan yerlerden bir tanesi Tohma Çayı idi. Malatya'nın ilçelerinden Doğanşehir'de su kaynakları vardı. Ondan evvel de Osmanlı döneminde Akçadağ'da at çiftliğinde bir sulama kanalı varmış. Suyun yarısı toprak kanallarda kayboluyordu. O projeleri de hemen ele aldık. Derme Kanalını Kernek'e kadar yeniden açtık. Eski güzergahında değil. Biz taşlık kayalık yerlerden yeni kanal açtık. Malatyalıların bu yöndeki kabiliyetini de özellikle belirtmek isterim. Ertesi sene bir baktık ki oranın insanları, o taşlık olan yerlere yeni su imkanıyla yeşillendirmişlerdi. Şimdi Tecde'nin sol tarafından geçerken bakın her yer yemyeşil, önceden oralar hep taşlık ve kayalıktı. Ondan sonra Medik Barajı diye bir barajı Yazıhan'ı sulamak için faaliyete geçirdik. O arada Doğanşehir'de malum orada bol miktarda çıkan su vardı. Orada regülatör inşa ettik. Yeni kanallar açtık. Oralar hemen sulamaya açıldı. Böylece Doğanşehir'de ilk başarılı çalışmamızı yaptık. Medik Barajı'ndan yükselen suyun bir kısmı Yazıhan'a giderken, bir kısmı da Boran ve Eski Malatya'ya gitti. Akçadağ Ovası fevkalade güzel bir ova. Vaktiyle, eski ağabeylerimiz toprak kanalı ıslahı için proje hazırlamışlar ancak devamı gelmemiş. Benden projenin hemen ihale evrakını hazırlamam istendi.  Ben projeyi inceledim genel müdüre itiraz ettim. “200 bin dönümlük yeri 60 bin dönüme yetecek suyla sulayamayız” dedim. O dönemde Sürgü Barajı denilen baraj gündeme geldi. Toplanan suyun bir kısmı Sultansuyu'nun bir kısmı Akçadağ Ovası'na gitti. Ova yemyeşil bir alan haline geldi.

BENDEN BÖLGE MÜDÜRÜ MÜ OLUR?  

Genel müdür, 1957 yılında beni aradı. “Bize teşkilat kanunu çıktı, bölge uygulamaları başladı. Türkiye'yi 10 bölgeye ayırdık. Merkezi Diyarbakır olan bölgeye seni bölge müdürü yapıyoruz” dedi. “Benim nüfus kağıdıma bakmadınız herhalde? 27 yaşında bölge müdürü mü olur? Şube müdürlüğünden bölge müdürü olmuş abilerimiz en genci 50 yaşında.” dedim. “Böyle uygun görüldü” dedi. O bölge en çok dikkat çeken merkez idi. Urfa, Mardin, Siirt, Bitlis, Muş, Van ve Hakkâri… 8 il benim bölgemde. Burada da en muhteşem nehirler olan Fırat ve Dicle var. Oraya gittik, teşkilatı yoktu. GAP'ı başlatan biziz. “Biz münferit projeleri ele almayacağız. Havza bazında planlama yapacağız. Malatya, Adıyaman, Tunceli, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Ağrı, Bingöl bunlar Fırat Nehir Havzasında…” dedik. “Bunların planlamasını da siz yapacaksınız” dediler. Biz Diyarbakır'da olduğumuz dönemde Çat Barajı'nın planlamasını yaptık. Çünkü o planlama bizim sorumluğumuzdaydı. Allah sonra da nasip etti. Enerji Bakanıyken inşa halindeyken, acele suya da ihtiyaç vardı. Bir yandan baraj yükselirken, biz kapakları kapattık. Su toplandı o arada da tünel inşaatını bitirdik. Ancak su seviyesi tünelin altında kaldı. Talimat verdim. İki tane büyük kapasiteli pompa aşağıya indirildi. O gölden su çekildi. O sene de çok kurak bir seneydi. Böylece Malatya'nın kayısıları da kurtuldu.  

 SEN MALATYA'YA İLTİMAS EDİYORSUN

 Diğer bir enteresan olay ise 1960 darbesinden sonra İsmet İnönü başbakan oldu. Malatya milletvekilleri İsmet İnönü'ye gidip “Sizin yüzünüzden Demokrat Parti'den 10 sene hizmet alamadık. Şimdi siz başbakansınız. Sizden talebimiz Menderes'in Aydın'a yaptığı şeylerin aynını Malatya'ya yapmanız.” demişler.  İnönü ise “Malatya'da yapılacak ne var ki?” demiş. İnönü günübirlik Malatya'ya gidiyordu. Malatya'yı tam olarak bilmesi mümkün değildi. “Sulama bakımından yapılması gerekenler var. Vaktiyle 2 tane genç mühendis vardı. Malatya projesi diye bir proje hazırladılar. Emredin o 2 genç gelsin ve Malatya'ya neler yapılacağını anlatsınlar.” demişler. Genel müdür bana telefon etti. “Korkut Özal'la bu çalışmaları yapmıştınız.” dedi. Korkut Özal Ortadoğu Teknik Üniversitesinin öğretim görevlisi olmuştu. Korkut'u aradım ve İsmet Paşa'nın bizi beklediğini, Malatya projesini anlatacağımızı söyledim. Projemizi de alarak belirtilen günde İsmet İnönü ile görüştük. “Gençler gelin bakalım Malatya'ya yapılması gerekenler söyleniyordu” dedi. Biz anlatmaya başladık. Akçadağ Ovası, Boran, Eski Malatya…” diye sıralıyoruz. “Sen Malatyalı mısın” dedi. “Evet” dedim. “Zaten söylediklerinden belli. Malatya'da bu kadar büyük ovalar nerede? Sen Malatya'ya iltimas ediyorsun” dedi. Korkut Özal da “Paşam mühendislikte iltimas olmaz, her şey matematiktir, ölçüyle yapılır” dedi. Biz projeyi anlatırken o sırada yanına Turan Feyzioğlu girdi. “Bu gençler ne anlatıyor?” dedi. “Malatya Projesi'ni” anlatıyorlar. “Aman Paşam bu projeyi katiyen ele almayın. Biz 10 sene boyunca Menderes'e sen Aydın'a şunu yaptın bunu yaptın diye aleyhte konuştuk. Aynı sözleri size de söyleyecekler” dedi. Ben o sırada çok sinirlendim. Projede Malatya lafının üstünü çizdim ve Tohma Projesi yazdım. Turan Feyzioğlu “Nedir bu?” dedi. “Bak bilemedin. Demek ki millet de bilemeyecek” dedim. O projeyi de anlattık ancak o hükümetin ömrü uzun olmadı. Daha sonra projeleri, Demokrat Parti döneminde, Enerji Bakanı olduğum ve Diyarbakır'da çalıştığım dönemlerde gerçekleştirdik. Malatya'da mevcut olan su potansiyeli bütünüyle kullanılmış oldu. Bazen bana sitemde bulunuyorlar. “O kadar çok yeri suladınız ki, bundan dolayı o kadar çok kayısı ekildi ki, verim yüksek ama kayısı fiyatları düştü.” Böyle de bir espri yapıyorlardı.  

 ECEVİT İLE KOALİSYON NASIL KURULDU?

Malatya'da epey çalışmalarımız oldu. Ben DSİ Genel Müdürlüğü'ne geldim. DSİ'nin belediyeye verilen tesisleri benim zamanımda inşa edildi. İnşaata başladığımızda arkadaki bahçelerin kayısılarını da ben diktirdim. Malatya'nın sadece tarımla kalkınamayacağını biliyordum. Mutlaka sanayileşmesi gerekiyordu. İsmet Paşa zamanında gelmiş olan İplik Fabrikası o civar illerinde olmayan büyüklükte bir sanayi tesisiydi. Sektör, bu proje sayesinde geldi. Çok kimse orada yetişti. Oradan öğrendikleriyle kendi evlerinde dokuma yaptılar. Demokrat Parti zamanında Şeker Fabrikalarına başlandı. O dönemde biz Ecevit ile beraber bir koalisyon kurduk. CHP uzun yıllar iktidara gelememiş. “Gelin beraber hükümet olalım” dedik. O zaman şu söylem yaygındı: “Bütün sağcılar bir araya gelmelidir.” Seçim olmuş ve en yüksek oyu Ecevit almış. Demirel almış ondan sonra da Erbakan almış. Erbakan'ın aldığı oy, o dönemde amblemimiz gibi anahtardı. Hükümet olmak için hangisiyle bir araya gelsek olabiliyoruz. Biz Demirel'e gittik ve “Gel beraber olalım” dedik. O olmadı. Eğer biz Ecevit ile de hükümet kurmazsak seçim yenilenecekti. Seçimin yenilenmesi durumunda da öyle bir hava esmiş ki, Ecevit tek başına iktidara gelecek. Ecevit bize geldi. Erbakan, Ecevit'e dedi ki, “Biz diğer partilerden bir parti değiliz. Bizim olmazsa olmaz bazı prensiplerimiz var. Onları kabul ederseniz hay hay…”dedi.  Onun üzerine bir koalisyon protokolü imzalandı. Özellikle o dönemde inançlı kadrolar üzerinde büyük baskılar vardı. Bunları ortadan kaldıracak. Çocuğu dindar yetişsin diye çocuğunu Nurculara veren insanlar var. Onların bulundurduğu kitaplar yüzünden hapse gireceklerdi. Bir af kanunu çıkacaktı. Hapistekiler çıkacaktı. Bütün bunları Ecevit kabul etti. Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ isimli sağlam solculardan biriydi. Bana diyordu ki “Sayın Kutan, binası halk tarafından yapılmış imam hatip okullarının sayıları bir hayli fazla. Ama bunlar eğitime açılmamış.  Bunlar hemen eğitime açılacak. Ben bir eğitimci olarak değil, yeni imam hatip okulu açmak, mevcut olan imam hatip okullarının kapatılmasını savunan bir eğitimciyim. Ama ne yapayım ki, liderimiz bu protokolü imzaladı.” Çok sayıda imam hatip lisesi açılacaktı. O sırada İmam Hatiplerin orta kısımları da kapatılmıştı. Onlar da açıldı.

ŞEKER FABRİKASI, HAVA ALANI VE ÜNİVERSİTE BİZİM DÖNEMİMİZİN ESERLERİ

 Şeker Fabrikalarının yapılması yönünde bir karar verildi. İki tane Şeker Fabrikası yapılacaktı. Ben hâlâ Malatya'dayım. Korkut Özal da DSİ'nin özel bir programıyla Amerika'ya gitmiş. Şeker şirketinden teknik üniversiteli bir ağabeyimiz geldi. “Şeker Fabrikası yapılacak iki talip var. Biri Malatya biri de Elazığ. Bize ilk imkânlarını sağlayacak ile bu fabrikayı yapacağız. Bizim Şeker Fabrikaları için Ağustos Ayı itibarıyla 250-300 litre/saniye su verilmesi lazım.” denildi. Bütün haritalar bizim elimizdeydi. Şimdiki Şeker Fabrikasının yerini gösterdik. Bir yanından demiryolu geçiyor. Bir yanından karayolu… “Ağustos Ayı sonunda size 200-250 litre su vereceğiz” dedik. Şimdiki havaalanının yerinin tespiti yine benim dönemimde oldu. En uygun yerin şimdiki bölge olduğunu söyledik. Sonra iş üniversiteye geldi. O dönemde ben DSİ'den ayrılmışım ve siyasetin de içindeyim. O dönemde Korkut Özal, Tarım Bakanıydı. “Biz hemen eğitime geçmek istiyoruz. Ancak eğitime geçebilmek için hangi il bize yeterli bir bina verirse oraya açacağız” dediler. Malatya'da hayvan sağlığı okulu diye bir okul vardı. Öğrenci bulunmuyordu ve kapanmak üzereydi. Korkut Özal o zaman hemen karar verdi “Bina şudur” dedi. 1974-75 yılları arasında geldiler baktılar. Üniversitenin adı, İnönü olacağı için Erdal İnönü ile birlikte geldiler.  

 OSB, BİZİM ZAMANIMIZDA HAYATA GEÇTİ  

Esas sanayileşme için 1972'den itibaren Sanayi Bakanlığı bize bağlıydı. Ekonomi kurul başkanı Erbakan'dı. OSB fikri bizden çıktı. Organize sanayi bölgesi sanayiciyi teşvik için ideal bir şeydi. Böylece Malatya'da ilk Organize Sanayi Bölgesi kuruldu. İmar ve İskan Bakanı olduğum için orada çok sayıda hazine arazisi vardı. Bunların hepsini derledik. 3-4 bin dönümlük yeri bir kuruş ödemeden OSB'ye bağladık. Şimdi artık ikincisi de yetmiyor. Başta arzu ettiğimiz gibi yüksek teknolojilerle olmadı. Şimdi daha ilerilere gitti. DYP ile hükümet olduğumuz dönemde aramızda rekabet oldu. 2. OSB'ni başlatmıştık. “Biz de bir şey yapalım” dediler. Onlar da “Bir vagon onarım fabrikası kuracağız” dediler. Şu anda gâvur ölüsü gibi yıllar yılı bomboş kalan bir yer vardı ya… Vagon Fabrikası kuruldu, binalar yapıldı. Teçhizat geldi, sandıkları açılmadı ve öylece kaldı. Vagon fabrikasını kurmakta ağırdan aldıkları için faaliyete geçirilemedi. Hükümetin ömrü az olduğu için yetişmedi. Hükümet çabuk düştü. Burada şunu da belirteyim: Milli Görüş kadroları olarak, biz hiçbir koalisyon döneminde 11,5 aydan fazla görevde kalamamışız. Vagon fabrikasıyla ilgili konuya dönecek olursak, o vagon fabrikası DYP'yle aramızdaki rekabetten ortaya çıkmıştı. Geçtiğimiz günlerde, Kızılay Başkanı'nı aradım ve tebrik ettim. Orayı şimdi Kızılay aldı. Böylece hem istihdam çıkacak hem de ölü bir yatırım ayağa kalkmış olacak.

“SİZİ BÖYLE BİLMİYORDUM” DEDİ

 28 Şubat dönemi, Türk siyasi hayatı için çok önemlidir. Siyasi partilerin adeta gerçek yüzlerini de ortaya koyan bir dönemdir. Önce Tansu Hanımla hükümet kurmamız söz konusuydu. Bütünüyle yüklendiler. “Milli Görüşçülerle hükümet kurulmaz” dediler. Tansu Hanım da “Ben işbirliği yapmam.” dedi. Sonra bazı zaruretler oldu. “Mesut Yılmaz'dan destek alamadık. Bizi arkadan hançerledi” dedi ve bize geldi. Erbakan Hoca'ya “Ben sizi böyle bilmiyordum. Mevcut liderler arasında bu kadar nezaket ve hoşgörü sahibi bir lider görmedim” diyordu.

SOYER'İN MÜTAALASI, BİZİ MAHKUM ETTİRDİ  

12 Eylül'den sonra Erbakan ile beraber 23 arkadaşı hapse atılmış. Ne iddia ile atılmışlar? İbret alınacak bir şey. 11 buçuk ay hapis yattık. 4 yıl mahkemeye taşındık. 5 yıl, ne iş ne güç, ne olacağı belli değil… Öyle bir hava geliştirmişler ki. Mahkeme de Askeri Mahkeme… O da acayip. Topçu bir albay mahkeme başkanı. Onun altında hakim binbaşı. Onun altında sivil bir hakim, mahkemeyi yürüten o. Herkes bu iki askerin bunların lehine olduğunu bekler. Lütfi Doğan Hoca tahliye edilirken, sivil hakimin karşı çıkışıyla karar verildi. Askeri hakimlerin insani tarafları var. Şimdiki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı'nın babası bizim başsavcıydı. Bu mahkeme sırasında bizim hakkımızda hüküm verilecek. 1982 tarihinde, savcı esas hakkında mütalaasında, İslami bir tabir olan Cihat sözcüğü iddianamede açıklandığı gibi kısaca “Hakk'ın hakimiyeti için yapılan mücadele demektir. İslam'ı hakim kılmanın yolu cihattır. İslami kurallara göre cihat etmek namaz kılmak, oruç tutmak gibi zorunlu bir akidedir. Bunun için yeri geldiğinde can ve mal feda edilmelidir. Cihadın yolu yapılan açıklamalar doğrultusunda öz bir deyimle hakkın tebliğidir. Yani İslam'ı insanlığa anlatmaktır. Davayı anlatmak tatlı dil ve güler yüzle yapılmalıdır. Bunun için ferde düşen görev davayı anlatma sahası ilk planda ailesi ve çevresidir. Özel adı İ'lâ-ı kelimetullahtır. Hakkın tebliği yani İslami görevin tebliğini kim nasıl yapacaktır? Şüphesiz bunun için bir teşkilat gereklidir. İslam Nizamını halka anlatma görevini Milli Selamet Partisi yöneticileri olan sanıklar üstlenmişlerdir.” ifadelerini kullandı. Bizim cezalandırılmamızın ana sebebi de işte bu mütalaa oldu.  

TANSU HANIM DA 28 ŞUBATÇILARIN YANINDAYDI  

Aradan yıllar geçtikten sonra 28 Şubat 1997'de, o günün süslü gazeteleri de olayı abarttılar. “Bunların sakin durduklarına bakmayın” dediler. “ Cihat demek kelle kesmektir” diye yorumladılar. 28 Şubat'ta Erbakan Hoca, tek başına 10 saat boyunca o heyete karşı mücadele verdi. O heyette karşı çıkanların yanında ortağı Tansu Çiller de vardı. Bütün bakanlıklar DYP'nin elindeydi. Bizden de sadece Erbakan Hoca vardı. Adamlar, beyanlar okudu. Tansu hanım ve özellikle Milli Savunma Bakanı bu beyanlara “Biz de aynen iştirak ediyoruz” dediler. Erbakan Hoca bir devlet adamı. Kanuna göre o toplantıda yapılan müzakereler gizlidir, açıklanamaz. Herkes şunu bekliyordu: “Erbakan Hocayı sıkıştıracaklar. Erbakan Hoca iyice sinirlenecek. O şekilde dışarı çıkıp konuşacaktı” Aksine, Erbakan çıkarak bir tebessümle “Ülke meselelerini müzakere ettik. Faydalı bir toplantı olduğu kanaatindeyim” dedi. Ardından gazeteler “Bu adam korkağın tekidir” diye yorumlarda bulundurlar. Derken yasaklar başladı. Bunlar da Ergenekon Davaları sebebiyle açığa çıktı. Anayasanın maddelerinden olan insan haklarına saygılı olan maddeleri neden dile getirmediler? 28 Şubat, Türkiye'de siyasette bulunanların bir kısmının net fotoğrafını ortaya koydu.

HAMİT FENDOĞLU'NU ADAY GÖSTERDİK  

Vakti zamanında, CHP'nin elinden Malatya'yı kurtarmak için Erbakan'a bir teklif götürmüştüm. Erbakan'ın prensibi “Bizim aleyhimize olacak hiçbir tabloyla, işe giremeyiz”di. CHP'nin en büyük avantajı belediyeyi ellerinde bulundurmasıydı. Diğer partiler bir araya da gelse de, adamlar kazanıyordu. “Biz bir müşterek aday çıkaralım” dedim. Erbakan Hoca “Hamit Fendoğlu'nu teklif olarak getir” dedi. Fendoğlu bizim arkadaşımızdı. “Bu fayda vermez. Bağımsız aday olacak” dedim. Erbakan Hoca bağımsızı kabul etmedi. Bir hafta sonra kendisiyle tekrar görüştüm. “Senin elinden kurtulmak mümkün değil” dedi. Biz böylece Hamit Fendoğlu'nu aday gösterdik. CHP takımı gitti. O dönemde bizim iyi yetişmiş akıncı gençlerimiz vardı. Onları belediyede uygun yerlere yerleştirdi.

MÜCAHİTLER, MÜTEAHHİT OLDU...  

Ben tahliye olduktan sonra Malatya'ya geldim. Akıncılar beni ziyarete geldiler. “Siyaset şirktir. Cuma Namazı ancak Darul İslam'da kılınır. Dolayısıyla biz artık namaz da kılmıyoruz.” dediler. “Şu zulüm döneminde elimizde bir tek imkan var. Her hafta hoca hutbe veriyor ve hakkı tebliğ ediyor. Siz diyorsunuz ki hayır o tebliği de yapmasın. O yüzden insanlar ne demeye başladılar: “Önceden mücahit idiler. Şimdi ise müteahhit oldular” Maalesef Türkiye'de bu tip gelişmeler de oldu. Bundan 20-25 sene öncesinin kabulleri ile bugünün kabulleri tam örtüşmüyor. En sağlam dediğiniz insanlar, dünyevileşebiliyor