Mehmet Ali KÖROĞLU / Bir Barışın Anatomisi ve Bir Liderin Duruşu
ÖZEL HABERMehmet Ali KÖROĞLU yazdı.
BARIŞIN ADI SUSKUNLUK MU, ADALET Mİ?
Gazze’de silahlar sustu, ancak bu sessizlik barışın değil; bitkinliğin, yorgunluğun ve umutla karışık bir bekleyişin yankısıdır. Çünkü gerçek barış, yalnızca silahların susması değil; adaletin tesis edilmesidir. İsrail tanklarını çekmiş olabilir, fakat Gazze’nin yıkılmış sokaklarında yankılanan çocuk çığlıkları, her enkaz altındaki oyuncak, defter ve Kur’an sayfası, bir halkın yeniden doğma iradesinin sessiz tanıklarıdır. Eğer bu sessizlik adaletle desteklenmezse, sadece geçici bir nefes aralığı olur. Kur’an, “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de ona yanaş” (Enfâl, 61) buyurur; ancak bu çağrı, adaletsiz bir barışın zulmü gizleyen bir perdeye dönüşmemesi şartıyla anlam kazanır.
Gerçek barış, güç dengesinin değil, hak dengesinin kurulmasıyla mümkündür. Bu nedenle Gazze’deki ateşkes, adaletle taçlanmadıkça, yalnızca susturulmuş bir acının yankısı olarak kalır. Barışın anatomisi burada başlar: kim sustu, kim susturuldu, kim konuştu ama hiçbir şey demedi? Barış; diplomatik metinlerle değil, vicdan, hukuki sorumluluk ve insanî yükümlülükle yazılır. Esirlerin iadesi, kayıpların hesabı, tazminatın ödenmesi ve yeniden inşa fonlarının şeffaflığı sağlanmadıkça, bu “suskunluk” yeni bir zulmün sessiz adı olmaktan öteye geçemez.
YIKINTILAR ARASINDA YEŞEREN YENİ BİR UMUT: BARIŞ
Gazze halkı, insanlığın vicdanını ve sabrını defalarca sınadı. Bu halkın çocukları bombaların altında büyüdü ama umut etmeyi hiç bırakmadı. Bugün ilan edilen ateşkesin ardında yıkılmış evler, kaybolmuş hayatlar ve sonsuz bir sabır var. Fakat bu acının içinde bile bir umut saklı: direnişin onuru. Gazze, sadece bir şehir değil; ümmetin namusu ve imtihanıdır. Bu umut, metafizik bir dirençten ibaret değildir; yerel dayanışma ağlarının, aile bağlarının, sivil inisiyatiflerin ve toplum örgütlenmelerinin iç içe geçtiği somut bir dayanma biçimidir.
Okulların yeniden açılması, psikososyal destek programlarının devreye girmesi, geçici barınakların insani standartlara uygunluğu gibi adımlar, umudun somut tezahürleridir. Bir Filistinli babanın yıkılmış evinin önünde Kur’an’la söylediği “Biz evimizi kaybettik ama Allah’a olan inancımızı değil” sözü, barışın özünü anlatır: Barış, betonların değil, kalplerin yeniden inşasıdır. Yıkılan şehirler yeniden yapılabilir; fakat kırılmış kalplerin onarımı yalnızca adaletle mümkündür.
Onarım süreci, yalnızca fiziki yapılarla sınırlı kalmamalı; eğitimde süreklilik, sağlık hizmetlerine erişim, psikolojik rehabilitasyon ve toplumsal hafızanın onarımı gibi uzun vadeli adımlarla desteklenmelidir. Dünyanın büyük güçleri Gazze için masa kurup plan yaparken, çoğu zaman Gazze halkının sesi duyulmaz. Oysa gerçek barışın temeli, mağdurun duasıyla atılır. Her harfi sorumluluk, her cümlesi bedel taşıyan bu barışın mimarları sadece diplomatlar değil; vicdan sahipleridir.
DİPLOMASİNİN DİLİ, VİCDANIN SESSİZLİĞİ
“Gazze Barışı” manşetleri dünya medyasını süslüyor, ancak çoğu zaman bu manşetlerin ardında çıkar hesapları ve siyasi pozisyonlar yatıyor. Birleşmiş Milletler rapor yayımlıyor, Avrupa ülkeleri yardım vaat ediyor, Amerika “denge” çağrıları yapıyor; fakat kimse şu soruyu sormuyor: Bu denge, kimin kanı üzerine kuruldu?
Diplomasi, çoğu kez zulmü estetikleştiren bir sanata dönüşür. Barış konferansları, zalimin meşruiyetini yeniden üretmenin aracı hâline gelirken, gerçek barış mazlumun hakkını gözettiğinde mümkün olur. Bu yüzden barışın anatomisini anlamak isteyen şu soruları sormalıdır: Kim sustu, kim susturuldu, kim konuştu ama hiçbir şey demedi? Vicdanın sustuğu yerde diplomasi bir tiyatro sahnesine dönüşür. Gerçek barışın dili, raporlarla değil, insanî sorumlulukla konuşur.
TÜRKİYE’NİN SESİ VE ÜMMETİN GÖZÜ
Gazze’deki ateşkesin ardında Türkiye’nin gayreti ve Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın kararlılığı vardır. Onun “Dünya beşten büyüktür” sözü, yalnızca diplomatik bir eleştiri değil; mazlumun diliyle konuşan bir vicdan manifestosudur. Erdoğan, İsrail zulmüne sessiz kalmayan ve uluslararası düzenin çifte standardını yüzüne vuran bir lider olarak öne çıkmaktadır. Ankara, sadece insani yardım göndermemiş; adaletin sesi olmuştur.
Türkiye’nin aktif diplomasi anlayışı, bölgedeki insani ihtiyaçların karşılanması, uluslararası gündemin adalet merkezli bir çerçeveye taşınması ve yerel aktörlerin güçlendirilmesi açısından somut bir değere sahiptir. Erdoğan’ın liderliğinde yükselen bu duruş, İslam dünyasının kolektif hafızasında güçlü bir yankı uyandırmıştır. Gerçek barış, zalimin elini sıkmakla değil; mazlumun gözyaşını silmekle mümkündür. Türkiye bu niyetle sesini yükseltirken, ümmetin gözü Türkiye’deydi.
GÖKYÜZÜNDE YAZILAN MESAJ: BİR LİDERİN DURUŞU
Bir uçağın piste inmemesi, dışarıdan bakıldığında teknik bir karar gibi görünür; oysa bazı kararlar gökyüzünde bile tarih yazar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Şarm El-Şeyh’te uçağını indirmemesi, sadece diplomatik bir protesto değil; insanlık vicdanına gönderilen güçlü bir mesajdır. O an, dünya ikiye ayrıldı: sessiz kalanlar ve sesini yükseltenler.
Bu tavır, protokollerin ötesinde ahlaki bir duruşun ifadesidir. Erdoğan, bu kararıyla hatırlattı: Barış, zalimle aynı karede poz vererek değil; mazlumun yanında durarak inşa edilir. Ancak bu sembolik hamlenin kalıcı olabilmesi, arkasında sürdürülebilir diplomatik baskılar, hukuki süreçler ve insani yardımları kapsayan stratejik bir zemin gerektirir.
...
İlginizi Çekebilir