Ceryan Direkleri
ÖZEL HABERTimur İnce yazdı.
Uzun çam direklerinin yüklü olduğu Dodge marka kırmızı renkli yarım kamyon direkleri yol boyu tek tek bırakmasıyla başladı her şey. Çocuktuk o zamanlar. Yanakları gürbüz, üst baş paramparça, saçlar derinden makaslanmış, biraz hoyrat biraz sıkıyönetimden kalma kangrenli bir yordamın içinde soğuk yağmurların ipil ipil iniverdiği nisan ayı ortasının devrilmiş filizleriydik. Şiro çayının yamacından kıvrılan kum çakıllı yolun üstünden dikilecek direklerden ceyran geleceğini söylüyordu büyüklerimiz.
Ceryan neydi acaba, bu direklerden ne geleceğinin sorusu muallakta/dağların arkasında sahipsiz kalmış hayatların devlet baba tarafından hatırlandığını hatırlatıyordu.
Aslında hayatlarımız ortasına ceyran direklerinin dikildiğinin ilk kanıtı Mako’lu Halis’in elinde bir kazma ile toprak sıvalı duvarlarımızı acımasızca kazıp dökmesi ve oralardan bazı borular geçirmesi ile başladı. Otoriter bir kadın olan babaannemin tepkisine neden olmuş, bir yabancının gelip evimize yıkmasına izin veremezdi elbet. Kovdu adamcağızı. Oda birden buz kesildi. Mako’lu Halis işi bıraktı gitti, biraz sonra muhtarla geri dönmüşlerdi. Muhtar dayımdı, uzun uzun babaanemi ikna etmek için dil dökmeler girdi sıraya. İlk tanıştığımız bir kelimeyi kimse doğru söylemese de artık konumuz hep o kelimeydi. Ceyran mı, ceryan mı doğrusunu bilmediğimiz ama birden dilimize pelesenk olmuş bu kelimenin asıl anlamının -elektrik- olduğunu kabullenmek için 30 yıl gerekli olmuştu bizlere.
Akşam başladığında, çok uzak kuytuların diplerinde, gaz yağı lambalarımızın ürkek alevi ışığında, Suriye basmasında bir minderi gaz lambasının ışığının en çok vurduğu yere çeker, iki dizimiz karnımızda ders çalıştığımız o hazin ve hüzünlü yıllar ablukaya almıştı bizleri. Zile Tepe lastik ayakkabıları ilk yeni iken kokusuna duymadığımız faili meçhul yıllar… Sonra bir gün babamın bir sevinçle içeri girip mazota tuz katılırsa gaz yağına dönüşüyor demesi bizim için yüzyılın en büyük icadı olmuştu. Mazot vardı ama gazyağı bulmak kolay olmuyordu. Haber çabucak yayıldı. Kapı önünde bekleyen 480 Türk Fiat traktörümüzün deposu çok geçmeden konu komşuya petrol istasyon görevi görmeye başladı. Mazot nerdeyse bedava, gazyağı pahalı olduğu yıllar.
Artık herkesin gazyağı lambasının bitmeyeceği bir yakıtla doldurmaları dönemi başlamıştı. 1, 2, 3 numara isli lamba camına vuran saydamsı ışıkların mutluluğunda. 3 numara zengin lambasıydı. Bizim lamba camı numarası 2’yi geçmedi hiç bir zaman.
Mako’lu Halis duvarları kazıyıp bazı boruları yerleştirdi yerleştirmesine ama hikaye daha yeni başlıyordu. Ardından yetişkin elinin yetişeceği açma kapama düğmeleri ile prizler koymuştu uygun yerlere. “Gece lambası da benden” demişti. Ne işe yarardı gece lambası? Üzerinde yıllar sonra İsviçre Alpler’i olduğunu anladığım dört köşeli camdan ampul koruyucusu evin en son model aksesuarı olmuştu. Hep bu manzarayı seyrederek uyuya kalmamda cabası, sabah aynı şekil ilk uyandığımda da gözlerimin aradığı tek şey.
Evimize ne işe yarayacağını bilmediğimiz İsviçre Alp’leri manzaralı gece lambası gelse de hüzün aynı hüzündü.
Direkleri sırtlarında bir kaç km taşıyan konu komşu akrabalar, tarif edilen yerlere kazılan çukurlara bu direkleri dikmeye başladılar. Ardından aynı kırmızı rengi Dodge ile gelen adamlar bu kez fincan monteleyip, alüminyum tel çektiler aynı direklerden.
Günlerce hatta aylarca açıp kapattığım lamba açma kapama düğmeleri sonrasında hiç bir değişiklik olmayınca zamanlı bıkmaya başlamıştım, yorulmuştum ceryan heyecanının en başında veya umutsuzluk çocuk kalbimin duvarlarına soğuk bir bıçakla adını kazıyordu, Mako’lu Halis’in duvarlarımızı kazıp yıktığı gibi. Aynı yerde aynı yılanın iki kez bana soktuğu çıngıraklı yaz gelmiş, toprak damlara serilen yün kokulu uykular, alüminyum tencerelerde pişen en saf anılarımız, tütün kokan odalarda üstelik tuzlu mazot kokusuna alışıyorduk bu kez. Bir türlü gelmek bilmeyen ceryanın yolunu gözlediğimiz derken asi bir sonbaharın Kasım rüzgarlarının davetsiz misafir misali buyurduğu bölgemizde artık duvara gömülmüş üzerinde AKEL yazan düğmelerden umudu tamamen kesmiştim. Açmıyordum, kapatmıyordum.
O yıllar bizim oralarda karanlık başladığında bir makas yaşanmaya değer her şeyi keserdi aniden. Pil bulabilirsek Schaublorenz radyomuzda uzun dalga Ankara ve Erzurum radyolarında halktan sesleri dinler, Ayşe Şan’ın türkü söyleyeceği beklentisi daima belleklerde taze kalırdı. Ayşe Şan’ı ailenin bir bireyi gibi anlatırdı bizimkiler. Ayşe Şan türkü söyleyecek diye beklenen o an’ın gelmeyeceğini yıllar sonra Türk radyolarının Kürtçe türkü vermeyeceğini anladığımda, üstelik türkü söylemeye ailesinin rıza göstermediği için vurulmuş ve iyileşince İran’a kaçmış Diyarbakırlı güzel sesli bu kadının hayat hikayesinden bir daha vurulmuştu çocukluğumuz.
Gecenin ilerleyen saatlerde devlere benzettiğim sobanın duvara darbeler yapan alevlerinde defalarda dinlediğimiz ama bir türlü bıkmadığımız masallarda bilmediğimiz saraylara ülkelerde kaç kez gidip geldiğimiz bilinmezdi. Babaanneme yalvarırdık defalarca dinlediğimiz masalları bir daha anlatması için bize. Öyle Ya!
Soluk, isli, ürkek lamba alevinin cılız aydınlığında yemek indirilmiş, dışarıda volta atan soğuk bir fırtına, uzaklardan tekrarlanan köpek havlamalarına karışıyor, bir gözüm camdan Kerar yönünden gelecek arabanın mahpustaki babamı getireceğinin çaresizliğine odaklanmıştı. Yer sofrasında bakır tabaklara dizilmiş kederlerimizde kaşık tabak seslilerine karışan sessizliğini bozan: o ani, korkunç bir aydınlık ve yoğun ışıkların gözlerimizi kamaştırdığı o heybetli gece. Her taraf aniden ışıl ışıl olmaya başladı. Salon, odalar, ahıra kadar aydınlık olmuştu. Sevinçten, heyacandan, böylesine bir aydınlıktan birbirine tuhaf şekilde döndü yüzler. Devrim’mi, döngü mü, yüzyılın vurgunu mu, muhteşemlik mi anlayamadığımız o şey ceryandı işte. 13 Kasım 1985’i gösteriyordu duvardaki takvim. Babaannemin masalları anlatmayı kestiği takvimde aynı günü işaretliyordu.
Devamında Grundig televizyon, AEG buzdolabı, Arçelik yayık makineleri markaları girdi hanemize. Birinin dama çıkıp “Çekti mi, çekmedi mi” diye tv başında bekleyen sabırlarına rağmen bir türlü tutturamadığımız Elazığ yönünden frekansı bulma umudumuzda tıpkı hayatlarımız gibi sekteye uğruyordu her defasında.
Bir gün babam anteni kurması için bir adamı getirdi. Eliyle Elazığ Sivrice yönünde bir taşı işaret ediyor, en az 150 km ötedeki taşa antenin ucu isabet alırsa çeker diyordu. Bizim nişangahımızda mı sıkıntı vardı, yoksa adamın gösterdiği hedefte mi bilinmez 7 ay rötarlı televizyonu çalıştırabilmiştik. Bölgenin ilk renkli kumandalı Grundig’ini. Yükseltici ve ceryan düşürücü kolektörü değiştirdikten sonra.
Dodge marka kırmızı renkli yarım kamyonun yol boyu indirdiği direklerle değişmeye her şey. Artık hayatlarımıza her gün cereyan tamdanslı yeni bir şeyler girmeye başladı. Grundig, AEG, Arçelik derken sinema ve dizilerle tanışıyorduk. Cüneyt Arkın, Kadir İnanır, Hülya Koçyiğit’i, Fatma Girik’i, Türkan Şoray’ı cereyan gelmesi ile tanımıştık hepsini. Köroğlu’nu, Toprak Ana’ı, İnek Şaban’ı, Köprü ve Derviş bey’i… İlk kanal TRT’de Perşembe ve Salı günleri Türk sineması saatini iple çeliyordu insanlar. Pazar günler genellikle kovboylu filmlerin oynadığı Pazar sineması. Ardından Hikmet Şimşek’in yönettiği 2 saatlik o can sıkıcı pazar konseri’ni dahi dinlerdik sırf televizyon izlemek hatrına. Akşamlar saat 20’de Nermin Toğuşlu’nun sunduğu ana haber bültenleri.
Arkadaşlarla okula giderken yarıştırdığımız evdeki ceryanla çalışan alet edebatlar, en son ütü davul fırın bu kervana dahil olmuş, siyah beyaz hayatlarımızı velhasıl en afili filmler, artiz isimleri renklendirmişti. İlk kek, ilk ütülü pantolon, ilk çok sesli koro, ilk reklam, ilk çizgi filmlerden “gölgelerin gücü adına Himmen”
Yaşam standartlarımızın yarısı cereyan belirlemeye başladı artık. Herkes sohbetlerinde filmleri birbirine anlatıyor, okulda öğrendiğimiz az türkçe ile büyük büyük yorumlar ediyorduk.
Yıllar geçtikçe televizyon başına kilitlenen aileler, paparazzi programları, sabah akşam kuşağı kadın programlarına eş zamanlı olarak biten komşuluklar, değişen örf adetler ile giyim kuşam şekilleri ve tabiki erezyona uğrayan ailelerin çıkıp canlı yayınlarda kozunu paylaşması aldı yerini. Reytinge malzeme edilen hayatlarımız, programlarda dayatılan maddeci bir yaşam kültürü, direk insanların hayatlarını hedef alan subliminal tv projeleri.
Demem o ki, o kadar masum değilmiş ceryan! Anlatıldığı gibi hiç değilmiş. Ah o Dodge’nin ilk getirdiği direkler. Ah o uzun kıymıklı çam direkleri! İyi mi kötü mü oldu bilinmez ama Dodge direkleri indirmeden önce bir masalı anımsatıyordu her şey. Sade, sıradan, ucuz, bize mahsus ama her şeyine gücümüzün yettiği… Sonra yozlaştık! Korkunç bir hale geldik! Sevgiyi de saygıyı da kaldırdık bakır tepsilerin dizili olduğu yoksul soframızdan. Zenginleştiğimizi düşündük ama aslında fakirleşmiştik. Kalbimiz fakirleşti. Ekmeği bölmeyi unuttuk. Buyur demeyi… Gösterişe dadandık. Resmen delirdik. Bizimken ucuz olan her şey bizden çıkınca pahalılaştı. Filmlerde gibi yaşamaya çalışırken artizleştik her birimiz. Mısır ekmeğin kokusunu, damlarda yün uykuları, sabah ateşinde ısınmayı unuttuk. Yokluk günlerinde kısıtlı imkanlarla dinlediğimiz Ali Ekber Çiçekler, Nida Tüfekçiler, Bedia Akarsular… Adını hatırlamadığım nice coşkun bir ırmağa benzeten sesler yerine tek isimli soy isimsiz sanatçı denilen şeyler girdi hayatlarımıza. Para almadan adımını atmayan, kokain kullanırken yakalanan, stüdyo ürünü kasetten bozma albüm sanatçıları.
Derken özel kanalların çoğalması bir daha bizleri can evimizden vuruyor, internet kültürünün yaygınlaşması ile iyice devriliyorduk bir bir domino taşları misali. Düşünmeye tartışmaya hem zamanımız hem mecalimiz kalmadı. En sade ucuz hayatlardan en pahalı yozlaşma sınıfına terfi ettiğimizin faturası ağır gelse de herbirimize, aslında artan ceryanlı ürünlerin getirdiği kolaylıklar ile teknolojik ortamın sunduğu konfor içinde her şeyimizi kaybettik farkında olmadan, tek suçumuz kaybettiğimizi hiç bir zaman kabullenmedik.
KAYNAK: MALATYA TİME DERGİSİ
İlginizi Çekebilir