© Malatya Time

Suat GÜLŞEN / Keklikler Sustu

Suat GÜLŞEN yazdı.

Kırkı henüz çıkmış olan kundaktaki bebeğin adı Murat olsun istemişti annesi. Dünyada muradını alır, mutlu yaşar diye düşünmüştü. Zaten tek dileğiydi çocuklarının mutluluğunu görmek. Hep mutlu olsunlar isterdi.  Baba da bu isteğe uymuş, Murat diye yazdırmıştı nüfusa. Hem büyük kardeşlerinin isimleriyle de kafiyeli olacak diye o da beğenmişti bu ismi. 
Nihat, Suat, Fırat, Melahat ve Murat.  Sonu “at” ile biten beş kardeşin en büyüğü olan Nihat, ilkokulunun 3.sınıfına, Suat da 1.sınıfına gidiyordu. Diğerleri ikişer üçer yaş arayla sıralanıyordu. 
    Kente 4 km. uzaklıktaki Tecde köyünde doğa sanki iki renge bürünmüştü. Masmavi gök dışında doğada başka bir renk yokmuşçasına göz alabildiğince yeşildi her taraf. Kerpiç evlerin toprak damlarındaki loğlar bile görünmez olmuştu ağaçların arasından. Bir tek caminin minaresi boy uzatmıştı aradan. Meyvenin her türünün, kayısının en balının, kirazın en kırmızı küpelisinin, parmak parmak dutların yetiştiği bağ bahçeydi her taraf. Su boldu, coşkulu akardı dereler. Evlerin önünden yol boyu uzanan arıkların soğuk suyu cana can katardı.
    Cennetten bir köşe denir ya, işte öyleydi yaşadıkları yer o güne kadar. Ama o gün, o kara gün yok mu? Doğanın bir başka rengini de ortaya çıkmış, siyahlara bürünmüştü bu cennet. Gök kararmış, Müzeyyen annenin ölümüyle kara bir güne uyanan köy halkı karalar bağlamıştı. Her ölüm vakitsizdir ama genç annenin ani ölümü, cennette cehennemi yaşatmıştı beş çocuklu aileye. İlk kez siyahla tanışmıştı çocuklar. Okul önlükleri gibi en koyusundan, kapkara bir gündü yaşanan.
    Murat tahta beşiğinde kara günden bihaber yan komşunun evinde mışıl mışıl uyurken, komşu kızıyla birlikte bez bebekleriyle oynayan Melahat’ın da haberi yoktu hiçbir şeyden. O’nun dünyası bebekleriydi. En çok da gelin bebeğini severdi. Belki de herkesin annesine hala “gelin” diye hitap etmesinden olacak, onu elinden hiç bırakmazdı. Oğlanları karşı komşuları Anik’in evine bırakmışlardı yaşananları görmesinler diye. Görüp de ne bu kalabalık, niçin gözleri yaşlı herkesin demesinler diye. 
Hiç gizlenebilir mi ölüm? Hiç gizlenebilir mi avlunun ortasındaki tabut? Hiç gizlenebilir mi annesizlik? Minik yüreklere oturmaz mı bu çaresizlik? Bilemediler... 
    Camide okunan seladan sonra aldılar avludaki tabutu omuzlara. Çift kanatlı tahta kapı açıldı sonuna dek. Karşı komşudaki oğlanlar anladılar evde bir hareketlenmenin olduğunu. Koştular pencereye merakla. Yapıştılar cama. Kapıdan çıkarılmakta olan tabutu görünce çırpındılar kanadı kırılmış uçamayan kuşlar gibi. Bıraksalar atacaklar kendilerini ikinci kattan. Feryat figan koptu yürekleri dağlayan. Kalabalığın gözleri pencereye çevrildi. Çaresiz bakışlarına hüzün bulutları yerleşti. Yağmur oldu aktı seller gibi. Hayat kısa ama yol uzak. Mezarlık daha da uzaktı. Köyün erkekleri taşıdılar kuş gibi hafif tabutu omuzlar üzerinde, önce camiye sonra yokuş başındaki mezarlığa doğru.  
Ev boşaldı. Uzaklaştı kalabalık. Bir sessizlik sardı her yanı. Kavakların hışırtısı bile duyulmaz oldu. Ötmez oldu kuşlar. Karıncalar bile çıkmaz oldu yuvalarından. Cırcır böcekleri sanki uykuda... Hayat durdu. Yasa büründü her yer. Ama çocukların hıçkırıkları dinmedi. Boncuk boncuk yaşlar süzüldü solgun yanaklarından. Kapısı açık boş eve baktılar. “Annemiz, annemiz nerde” diye sorgulayan gözlerle. Sarıldılar birbirlerine. Ağlaştılar, ağlaştılar...
    ...

YAZININ DEVAMI BURADA

 

İlginizi Çekebilir

TÜM HABERLER