Keklikler Sustu
24 Eylül 2025, Çarşamba 11:28
Bir Malatya öyküsü
(Kardeşim Murat’ı rahmetle anıyorum)
Kırkı henüz çıkmış olan kundaktaki bebeğin adı Murat olsun istemişti annesi. Dünyada muradını alır, mutlu yaşar diye düşünmüştü. Zaten tek dileğiydi çocuklarının mutluluğunu görmek. Hep mutlu olsunlar isterdi. Baba da bu isteğe uymuş, Murat diye yazdırmıştı nüfusa. Hem büyük kardeşlerinin isimleriyle de kafiyeli olacak diye o da beğenmişti bu ismi.
Nihat, Suat, Fırat, Melahat ve Murat. Sonu “at” ile biten beş kardeşin en büyüğü olan Nihat, ilkokulunun 3.sınıfına, Suat da 1.sınıfına gidiyordu. Diğerleri ikişer üçer yaş arayla sıralanıyordu.
Kente 4 km. uzaklıktaki Tecde köyünde doğa sanki iki renge bürünmüştü. Masmavi gök dışında doğada başka bir renk yokmuşçasına göz alabildiğince yeşildi her taraf. Kerpiç evlerin toprak damlarındaki loğlar bile görünmez olmuştu ağaçların arasından. Bir tek caminin minaresi boy uzatmıştı aradan. Meyvenin her türünün, kayısının en balının, kirazın en kırmızı küpelisinin, parmak parmak dutların yetiştiği bağ bahçeydi her taraf. Su boldu, coşkulu akardı dereler. Evlerin önünden yol boyu uzanan arıkların soğuk suyu cana can katardı.
Cennetten bir köşe denir ya, işte öyleydi yaşadıkları yer o güne kadar. Ama o gün, o kara gün yok mu? Doğanın bir başka rengini de ortaya çıkmış, siyahlara bürünmüştü bu cennet. Gök kararmış, Müzeyyen annenin ölümüyle kara bir güne uyanan köy halkı karalar bağlamıştı. Her ölüm vakitsizdir ama genç annenin ani ölümü, cennette cehennemi yaşatmıştı beş çocuklu aileye. İlk kez siyahla tanışmıştı çocuklar. Okul önlükleri gibi en koyusundan, kapkara bir gündü yaşanan.
Murat tahta beşiğinde kara günden bihaber yan komşunun evinde mışıl mışıl uyurken, komşu kızıyla birlikte bez bebekleriyle oynayan Melahat’ın da haberi yoktu hiçbir şeyden. O’nun dünyası bebekleriydi. En çok da gelin bebeğini severdi. Belki de herkesin annesine hala “gelin” diye hitap etmesinden olacak, onu elinden hiç bırakmazdı. Oğlanları karşı komşuları Anik’in evine bırakmışlardı yaşananları görmesinler diye. Görüp de ne bu kalabalık, niçin gözleri yaşlı herkesin demesinler diye.
Hiç gizlenebilir mi ölüm? Hiç gizlenebilir mi avlunun ortasındaki tabut? Hiç gizlenebilir mi annesizlik? Minik yüreklere oturmaz mı bu çaresizlik? Bilemediler...
Camide okunan seladan sonra aldılar avludaki tabutu omuzlara. Çift kanatlı tahta kapı açıldı sonuna dek. Karşı komşudaki oğlanlar anladılar evde bir hareketlenmenin olduğunu. Koştular pencereye merakla. Yapıştılar cama. Kapıdan çıkarılmakta olan tabutu görünce çırpındılar kanadı kırılmış uçamayan kuşlar gibi. Bıraksalar atacaklar kendilerini ikinci kattan. Feryat figan koptu yürekleri dağlayan. Kalabalığın gözleri pencereye çevrildi. Çaresiz bakışlarına hüzün bulutları yerleşti. Yağmur oldu aktı seller gibi. Hayat kısa ama yol uzak. Mezarlık daha da uzaktı. Köyün erkekleri taşıdılar kuş gibi hafif tabutu omuzlar üzerinde, önce camiye sonra yokuş başındaki mezarlığa doğru.
Ev boşaldı. Uzaklaştı kalabalık. Bir sessizlik sardı her yanı. Kavakların hışırtısı bile duyulmaz oldu. Ötmez oldu kuşlar. Karıncalar bile çıkmaz oldu yuvalarından. Cırcır böcekleri sanki uykuda... Hayat durdu. Yasa büründü her yer. Ama çocukların hıçkırıkları dinmedi. Boncuk boncuk yaşlar süzüldü solgun yanaklarından. Kapısı açık boş eve baktılar. “Annemiz, annemiz nerde” diye sorgulayan gözlerle. Sarıldılar birbirlerine. Ağlaştılar, ağlaştılar...
Kapısı açık boş evde çocukların babaannesi kalmıştı bir başına. Yaşlı kadın da çaresizdi. Kuşağından enfiye kutusunu çıkardı. Çekti toz tütünü kızarmış burnuna. Yaktı genzini. Uyuşturmuyordu yüreğindeki sızıyı. Sonra kapı önünde akan arık suyunda yıkadı tuzlu sularla ıslak yüzünü. Yazmasının kenarıyla kuruladı alelacele.
Önce oğlanları aldı karşı komşudan. Sonra da Murat ile Melahat’ı. Melahat tam girecekken kapıdan, gelin bebeğini düşürdü arıka. Sular alıp götürmekte. “Gelin gitti, gelinim akıp gitti” diye baka kaldı ardından sızlanarak. “gel” dedi babaanne. “Gel, ben sana yenisini yaparım”
Kala kaldı Sümerbank Fabrikasında çalışan Nusret Usta 5 çocukla bir başına yapayalnız. Vardiya usulü çalışıyordu. Bir hafta gece, bir hafta gündüz. Yürüyerek gidip gelirdi şehre kestirme yollardan yaz kış, gündüz gece demeden. Gençliğinde güreşçiydi. Yaman bir güreşçi. Sarmasına, kündesine kimse dayanamazdı. Kafakola aldımı bırakırdı rakibini çaresiz. Ünü yayılmıştı her yana. Karakucak güreşte ona kim dayana...
Ama şimdi kaderin çelmesiyle kendi kalmıştı çaresiz. Dizlerinin bağı çözülmüş, beli bükülmüştü koca pehlivanın, tıpkı köyde “Killo” diye anılan Mehmet ağabeyi gibi.
Mehmet ağabeyi de daha 3 yıl öncesi hanımını kaybetmişti. O da kalakalmıştı 5 çocukla yalınız. Çareyi yeniden evlenmekte aramış, böylece çocuklarına bakılır, karınları doyurulur olmuştu. Yazgıları aynıydı kardeşlerin...
Çok geçmeden konu komşu, hısım akraba; “Böyle yürümez bu yaşam. Boynu bükük kaldı sabiler. Anan da yaşlı, zorlanmakta beş çocuğa bakmaya. Evlen yeniden. Ocağın tütsün, çocukların yüzü gülsün” dediler. Tıpkı Mehmet Ağabey’e dedikleri gibi.
Dediklerini de yaptılar. Başladılar çocuklara annelik yapacak birini aramaya. Derken şehirli bir kız buldular. Düğün dernek kurulmadı ama kınasını yakıp, gelinliğini giydirip, duvağını örttüler.
Nusret Usta köyde duramam deyip kente taşındı. Zaten şehirli kız da köyde oturmaz ki. Gelin de şehirdeki bu yeni evde çıkardı duvağını. Köydeki çocukları getirip sıraladılar gelin’in önünde.
“Bu sizin ablanız. Bundan böyle abla diyeceksiniz. Haydi öpün bakalım ablanızın elini” diyerek tanıştırdılar.
Çocuklar uzatılan kınalı eli, minicik elleriyle tutup öptüler sırayla. 1,2,3,4 Hani beşinci? Hani kundaktaki Murat bebek? Aslında O, sıranın en başında olmalıydı. O el öpmemeli, O’nun eli öpülmeliydi sevgiyle, şefkatle... Kucağa alınıp sımsıkı sarmalanıp okşanmalı, sevgiyle ısıtılmalıydı üşüyen minik bedeni. Oysa Murat’ı istememişti abla. Bakamam ben bebeğe diye diretmiş, Nusret usta önünde boyun eğmiş, çaresiz kalmış, bırakmıştı Murat’ı köyde, babaannesiyle bir başına. “Ben ağabeyimle konuştum, onun yanında kalacaksınız, bebek büyüsün sonra yanımıza alırız” demişti annesine.
Öyle de oldu. Murat bebeği götürdü babaanne amcasının evine. Teslim etti Zahide yengesine. Kendi de orada kaldı, belki yardımım dokunur diye. Zahide yengenin de başındaydı beş çocuk. Kendi çocuğu ise henüz iki yaşındaydı. Bir de Murat gelince oldu 7 çocuk. Ama yenge sesini çıkaramadı. Kocasından korkar hayır diyemezdi onun “evet” lerine.
Murat bebeğe yatak hazırladılar odanın bir köşesinde. Yere bir minder koyup yatırdılar üzerine. Pencereden süzülen loş ışık aydınlattı solgun yüzünü. Ağlayınca Murat bebek, pencerenin önüne dizilmiş sıra sıra kafesteki keklikler de ötüşmeye başladılar. Ayakları, gagaları kırmızı, gözleri sürmeli kekliklerin sesi bastırdı bebeğin sesini.
“Gak gak gak guvak” “gak guvak” ötüşleri ninni oldu. Susturdular bebeği. Sesini çıkarmaz bir daha ağlamaz oldu Murat bebek. Direnmeye çalıştı acılara. Günler geçtikçe alıştı bedeni her zorluğa. Yaşama tutunmak için direnmeliydi minik bedeni.
Penceredeki kekliklere iyi bakılıyor, Harık kenarından toplanan en taze keklik otları ince ince kıyılıp sabah akşam önlerine koyuluyordu. Onların da keyifleri yerinde ötüşüyorlardı gün boyu. Susacak olsalar Mehmet Amca ötmeye başlardı keklik gibi. Onlar da yanıt verir, bu kez bir ötme yarışı başlardı aralarında. Biri susunca diğeri devam ederdi.
Mehmet Amca ara sıra en ötücü keklik kafesini alıp geceden keklik avına giderdi. Dağ, tepe dolaşır, av yerini belirler, tuzağı hazırlar, ötücü kekliğini yerleştirir ve kendi de gizlenirdi taşların kayaların ardına. Sabahın ilk ışıklarıyla ötünce kekliği, çevredeki yabani keklikler ses verir, toplanırdı etrafına. İstemez kıskanırlardı bu kekliği kendi mekânlarında. Bir gürültü, bir patırtı kopar, kavga başlar, yabani kekliklerden birinin ayağı tuzağa takılır, işte o zaman çıkardı Mehmet Amca ortaya. Getirdiği boş kafese alır tuzakta çırpınan kekliği ve eve dönerdi keyifle, ısılık çala çala.
Yıllar geçtikçe keklik kafesleri artarak dizildi pencere önüne boydan boya. Ötüşleri uzaklardan duyulur, yayılırdı bağlara bahçelere...
Murat bebeğin iki yılı geçti keklik sesleri arasında. Sonraki yıllar uzak yakın demeden kondu akrabaların damından damına öksüz bir keklik gibi. Kah teyzelerinin, kah halalarının evinde tünedi. Her zorluğa, her çaresizliğe göğüs gerdi cılız bedeni. Bunca bakımsızlığa inat yaşama tutundu, büyüdü...
O büyüdükçe Abla’nın da çocukları oldu ardı ardına. Onlar da büyüdü ama alamadılar Murat’ı aralarına...
Akçadağ öğretmen okulunda okuyan Nihat ağabeyi, mezun olunca Murat’ı yanıma alacağım, ben bakıp okutacağım kardeşimi demişti. Öyle de oldu. İlkokula başladı Murat, ağabeyinin öğretmenlik yaptığı köyün ilkokulunda. Artık yüzü gülecekti Murat’ın, yıllar sonra mutluluğu tadacak derken; kızamık salgını çıktı köyde. Hastalandı birdenbire. Al al oldu yanakları, ateş bastı. Her geçen gün kötüleşmekte.
Nihat, kardeşini doktora götürmek için sırtladı, şehre götürdü. Önce kapısını çaldı babasının. Abla açtı kapıyı. Uzak durdu Murat’tan. “Benim çocuklarıma da hastalık bulaştırır” deyip almadı içeri...
Babası fabrikadaydı Nihat’ın. Kendisi götürdü kardeşini doktora. İlaçlar yazdı doktor, aldı eczaneden ve tuttu Mehmet Amcasının evinin yolunu. Aldılar penceresinde kekliklerin ötüştüğü odaya. Yatırdılar Murat’ı tıpkı sekiz yıl öncesi gibi çaresiz.
Gün geceye döndü. Karanlıklara boğuldu her taraf. Gaz lambasının titreyen ışığı kızamık döküntüsü yüzünde oynaştı Murat’ın...
Şafak söktü, gün ağardı. Yaşam başladı yeniden ama Murat gözlerini açamadı bu yeni güne. Matem sardı dağları taşları. Ağıtlar yakıldı. Feryatlar yankılandı pencerenin camından. Keklikler sustu. Ötmediler bu sabah...
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.