dore okulları
Malatya
06 Mayıs, 2024, Pazartesi
  • DOLAR
    32.27
  • EURO
    34.85
  • ALTIN
    2412.7
  • BIST
    10264.28
  • BTC
    63665.05$

Düne kadar çok itibarlı olanlar

18 Haziran 2023, Pazar 10:16
Düne kadar çok itibarlı olanlar

Türkiye’den Rahmetli Tuğrul İnanç Er hocanın da aralarında bulunduğu birkaç arkadaşımız Kosova’da Prizren’de gezerken tek başına bir minare görürler. Camisiz bir minare. Gariplerine gider. Civarda birilerine sorma ihtiyacı hissederler. Yaşlı bir amcaya minareyi sorarlar.

-“Bu minarenin camisi nerede?”

Yaşlı adamın gözleri dolar. Anlatmaya başlar:

-“Burayı 1945’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler birliği yani o zamanın Rusya’sı işgal etti. Komünist askerler bir öğlen vakti bu camiyi dinamitlerle havaya uçurdular. Buradaki cami Üsküp Kalkandelen’deki Alaca Camii kadar güzel bir cami idi. Ama uçurdular bir anda. O arada babamın da aralarında olduğu 100’ün üzerinde Müslüman patlama sesiyle “Ne oluyor?” diye dışarı fırlamış. Bakmışlar ki Cami yıkılmış, minare ayakta. Komünist askerler minareyi de yıkmaya hazırlanıyorlar. Prizrenli Müslümanlar koşarak minareye sarılırlar. Ve şöyle haykırırlar:

-“Osmanlı’nın camisini kurtarmaya gücümüz yetmedi. Ama minaresini yıktırmayacağız. Hepimizi öldürmeniz gerekecek!”

Komünistler yüzün üzerindeki Müslümanı bir anda öldürmeye cesaret edemedikleri için bu minare ayakta kalmış Hocam!” der.


 
Türkiye’den giden grup duygulanır. Gözlerinden yaş gelir. Yaşlı adam sonra öyle bir şey söyler ki:

-“Peki, bu gün Türkiye’de yaşayan kardeşlerimiz Türkiye’nin; İslam dünyasının ayakta kalmış minaresi olduğunun farkındalar mı?”
*** 
Merhaba değerli okurlarım.

Bizdekilerin yarısı farkında. Diğer yarısının ise umurunda değil. Minarenin ayakta olmasıyla yıkılmış olması arasında fark hissetmiyorlar.

Minare deyince Türkiye’de ezanın aslı gibi okunmadığı 18 yıl yaşanmış. 18 yıl insanlar Türkçe gazel okunur gibi okunan bir ezanla muhatap olmuşlar. İtiraz edenler çok büyük para ve hapis cezalarına çarptırıldığı için o dönemde kimse de sesini çıkaramamış. Ama arkadan arkaya bu Türkçe ezanı ti’ye almışlar. O dönemde birkaç yürekli insan ezanı aslı gibi okumuş. H. Hüseyin Ceylan’ın “Cumhuriyet Dönemi Din devlet İlişkileri” adlı kitabının üçüncü cildinde, 1942 yılında, Ankara Hacıbayram Camii’nde, bir Cuma vakti ilk defa ezanı aslı diliyle okuyan Yusuf Özcan’la yapmış olduğu röportajdan bazı kısımları sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Vakit Cuma vaktiydi. Dışarıda Türkçe ezan okunmuş, cumanın ilk sünneti kılınmış, hoca hutbe irad ediyordu. Tabi hocaların eline okunacak hutbeler devletçe verildiği için hep ümeraya (devlet büyükleri) itaat konuları işleniyordu. Ben hocaya çok bozulmuştum; çünkü hoca açıkça bizi Halk partisinin bu dinden uzak uygulamalarına körü körüne itaate davet ediyor ve bunun için de “Ulu’l emre itaat” diyerek sözlerine Kur’an ayetlerinden deliller bulmaya çalışıyordu.

Hoca hutbeyi bitirir bitirmez ben müezzin mahfelinden Arapça Ezan’ı okumaya başladım. Özellikle Cuma günleri büyük camilerde caminin dışında ve içinde jandarmalar nöbet beklerdi. Sebep; hiç kimse Arapça Ezan okumasın.

 Ben Ezan’a başlayınca caminin içinde bulunan jandarmalar hemen üst kata yanıma geldi. Başlarında da bir yüzbaşı vardı. Yüzbaşı ben “Hayyaales Salah”a gelince ağzımı elleriyle kapatmak istedi. İki ayağımdan da jandarmalar tutup beni götürmek istediler. Daha ezanı bitirememiştim. Güçlü bir yapıya sahiptim, zorlukla da olsa ezanı bitirdim. O sırada imam efendi de minberden iniyordu ve:

-“Yakalayın bu adamı ey cemaat!” diye bağırıyordu.”

            Bundan sonra uzunca karakollarda başına gelenleri anlatır ve diğer bir anısına geçer Yusuf Özcan:

            “Bir gün rüyamda Peygamber (AS) Efendimizle görüştüm. Bana Erzincan’a gitmemi ve orada depremden yıkılan (1939 depremi) ve fakat minaresi gitmemiş olan bir cami olduğunu, orada ezan okumamı istedi.

-“Yusuf senden çok memnun oldum. Yine ezan okumaya devam et.  Onlar “tanrı uludur” dedikçe ben çok rahatsız oluyorum. Sizlerin “ Allahu Ekber” sesleri bizi çok sevindirdi.” dedi.

Neyim var, neyim yoksa satıp elli lira elde ederek iki arkadaş Erzincan yolunu tuttuk. Kara trenle Erzincan’a bir haftada gidebildik. Bir otele gittik. Erzincan’a vardığımızdan itibaren sivil polis takibine uğradık. Bir kahvede domino taşı oynayarak polis kontrolünden kurtulabildik. Bizi takibe değer bulmadılar.

Cuma günü, Peygamberimizin rüyamda dediği şekilde, caminin minaresine çıktım. Bütün engellemelere rağmen, Ezan’ı aslından okuyarak tamamladım. Dışarıda muazzam bir kalabalık birikmişti. Vali, jandarma komutanı, müftü geldi. Bizi oradan hemen alıp Erzincan merkez karakoluna götürdüler. Rutubetten çatlamış, her taraftan soğuk alan bir binaya yerleştirdiler. Altı beton, hiçbir döşemesi ve yatağı olmayan bir binaydı burası. Soğuk kış günüydü. Günlük bize bir tayın ve birer kap çorba veriyorlardı. Nihayet 3. ay bizi mahkemeye çağırdılar. Paramız bittiği için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı gardiyana sattırıp yiyecek bir şeyler aldık. Hâkim Bey bize:

-“Niye yalınayaksınız?” deyince, hapiste parasız kaldığımızı, karnımızı doyurmak için paltolarımızı ve ayakkabılarımızı satmak mecburiyetinde kaldığımızı anlatınca, mahkemeye gelen Erzincan halkından birçoğu ağlamış ve bizlere acımıştı. Halk ranzalar, battaniyeler ve ayakkabılar göndermişti bize. 9 ay sonra dışarı çıktığımızda halk bize yardım etmek istedi. Bir lokantacı bize doyasıya bedava yemek verip karnımızı doyurdu. Sonra bir hayırsever bizi kamyonuyla Ankara’ya getirdi. Yaklaşık 80 kişi kamyonun kasasında Ankara’ya üç günde gelebilmiştik.”

Bu konuları yazmadan önce farklı kaynakları araştırıyorum. Yazıların altında yapılan yorumları da okuyorum. 100’e yakın yorum varsa abartısız 95’i Türkçe ezanı destekliyor, hatta ezanın hoparlörden okunmasına karşı çıkıyor, hatta hatta ezanın okunmasına bile karşı çıkıyordu. Kendilerince fetvalar veriyorlar Dinlere karşı değil, ama İslam dinine karşı nefret kusuyorlardı. 100 kişiden en fazla 5 kişi ezanın aslı gibi okunması gerektiği yorumu yapıyordu. Yorumlara bakınca “Türkiye’de Müslümanlar ne kadar azınlık kalmış, dinsizlik almış başını gidiyor” zannedersiniz. 

Son seçimlerde de muhalefetin zafer çığlıkları atıp azgınlaşmasının sebebi sosyal medyadaki bu “ezici çoğunluk” olmamış mıydı zaten. Ama kazın ayağı öyle değilmiş. Uçurumun kenarından dönen Türkiye için sevindik. Ancak 2 kişiden birinin bu ihanete alet olmasına da üzüldük.

Ben hoplamayı zıplamayı eskiden de çok severdim. Bir sıçrardım diğer ayağım yere değdiğinde yalan değil 15 metre net ölçülebilir bir mesafe yapardım. Bunu bir kere denedim ve gerçekleştirdim. 

Evimiz beşinci kattaydı. Çocuktum. Fazla sarkmışım. Düştüm. Üzerimdeki “büyüdüğünde de giyer” diye aldıkları pijamam paraşüt görevi yapmıştı. Burnum bile kanamadan 15 metre aşağıya inmiştim.

“Ersoy Baba bunu şimdi niye anlattı?” diye soranlarınız olacak. Oradan oraya zıplamak, atlamak büyüdük, yaşlandık devam ediyor. Şimdilerde yaşım gereği yazılarımda konudan konuya atlayabiliyorum. Bu da bi beceri.

Rahmetli dostum Baybars’ın annesinden gelen bir mesaj üzerine bu hoplamayı zıplamayı yapıyorum. Kendisi oğlunun hedeflerinden ve inançlarından farklı bir yol tutturmuş gidiyor. Türkiye’deki her iki kişiden biri. Oğlu yaşasaydı bir tarafta olurdu, annesi diğer tarafta. Ben çok saygı duyduğum, ama fikirlerde ortak noktayı bulamadığımız için zaman zaman tatlı mesaj giydirmeleriyle birbirimize düşebiliyoruz. Farklılığımız zenginliğimizdir diye o da ben de çoğu kez sineye çekip susuyoruz. Onun talebi üzerine aşağıdaki konuya zıplıyorum.

Harun Reşit ile Behlül Dâna hazretlerini bilirsiniz. Ben gene de kısaca anlatacağım. Okuyunca bilginiz tazelenir veya yanlışımı yakalar yorumda gol atarsınız. 

Dâna, ilginç bir kelimedir. Divâneden gelir. Yani deli görünümlü veli. Bir bakıyorsun deli, bir bakıyorsun veli. Harun Reşit her fırsatta kendini eleştiren, muazzam espri kabiliyetiyle lafını yerine oturtan Behlül Dâna hazretlerini hükümdarlığı boyunca yanında tutmuş, ona katlanmış. Günümüzde bize ibret olabilecek birçok olaylar ve sonuçlar yaşamış bu ikili. Çok şeyler anlatılır. Hatta Nasrettin Hoca fıkralarında olduğu gibi başkalarının yaşadıkları da onlara yamanır. Hepsini yazacak olsak en az 30-40 haftamız beleşe gelmiş olur ki okuyucu sıkılıp başka yazarlara yönelir. Rahat olun sadece birini yazacağım.

Harun Reşit Behlül Dâna hazretlerinin koca sarayda yalnız gezip kenarda köşede kalmasına gönlü razı olmamış.

-“Gel” demiş. “Sen de bizim divan toplantılarımıza sohbetlerimize iştirak et. İnsan içine karış”

Başkası olsa böyle bir teklife balıklama atlar. Behlül Dâna hazretleri bir an duraklamış ve:

- “Halife Hazretleri bir danışayım da ondan sonra İnşallah.” Bir danışayım deyince Harun Reşit kızıyor tabii:

-“Danışmak mı? Ne danışması! Ben devlet başkanıyım, açıktan atama sayılır bu. Kime danışacaksın? 

-“Öyle demeyin efendim, bilenlere bir soralım. Size karşı mahcup olmak istemiyorum.”

-“Çabuk danış da gel. Adamın canını sıkma. Adamı divana davet ediyoruz, danışacakmış! Çabuk git, gel. Hemen bir cevap bekliyorum.”

Behlül Dâna hazretleri huzurdan ayrılır.  Tabi alır bunları bir merak, kime gidiyor bu? Harun Reşit, divana davet ettiğim adam kime danışıyor diye Behlül Dâna’nın peşine bir hafiye takıyor. Hafiyeye diyor ki:

-“Kiminle görüştüğünü adım adım izle, kime ne soruyor, ne cevap alıyorsa rapor istiyorum.”

Behlül Dâna hazretleri gidiyor, geliyor, koridoru dolaşıp dışarıya çıkıyor. Peşinde ise gölge gibi bir hafiye var. Af buyurun kısa bir süre sonra da helaya giriyor. Hafiye de dışarda bekliyor.

Behlül çıktıktan sonra hafiye içeriye bakıyor kimse var mı, orada birisiyle mi görüşüyor diye. Ama yok içerisi boş. Dönüyor, tekrar peşine takılıyor. Behlül Dâna Hazretleri huzura çıkıyor:

-“Halife Hazretleri, danıştım. Uygun görülmedi; davetinizi kabul edemeyeceğim” diyor. Hafiye tabi işini yapacak, göze girecek ya hemen araya dalıyor ve:

-“Efendim yalan söylüyor, kimseyle görüşmedi. Sadece helaya girdi çıktı. Kimseyle görüşmedi, selamlaşmadı, karşısına insan bile çıkmadı. Numara yapıyor. Divana katılmak, insan içine karışmak işine gelmedi herhâlde. Yoksa yaptığı bir istişare yok.”

 Harun Reşit:

- “Bak hakkında ne diyorlar, ne dersin?”

-“Vallahi arkadaş doğruyu söyledi, oraya gittim danıştım.”

-“Eee! Orada kime sordun?”

-“Orada kim olur? Necasete sordum.”

Harun Reşit şaşırır ve biraz da dalgayla:

-“Peki, nasıl oldu? Ne dedi necaset sana?”

-“Vallahi ben onlara: böyle böyle bir teklif var. Ne yapayım diye sordum. Onlar da dediler ki: “Behlülcüğüm, sen bilirsin ama biz düne kadar çok itibarlıydık; Mutfağın raflarında, serin odalarda çok kıymetli gıdalardık. İnsan içine girdik bir gecede geldiğimiz hâle bak. Akıllı ol! insan içine girme.”

Değerli okurlarım. Bugün “Babalar” günüymüş. Ersoy Baba her gün baba. Babalar günü size sadece senede bir gün uğruyor. O da iki kişiden birine. Arayarak, yazarak kutlayanlar oldu. Sağ olsunlar. Ben de her iki kişiden biri olan Babaların babalar gününü kutluyorum. Babaların kıymetini bilin. Bilhassa Ersoy Baba’nın. Bakın geçen hafta yazamadım. Biraz keyfi yazamadım. Ama meraktan da ölmediniz.

Kalın sağlıcakla.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.