dore okulları
Malatya
19 Nisan, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.58
  • EURO
    34.87
  • ALTIN
    2499.1
  • BIST
    9691.18
  • BTC
    64976.11$

İngilizlere İstanbul’un merkezinde yerleşim neden yasaktı?

25 Temmuz 2021, Pazar 11:07
İngilizlere İstanbul'un merkezinde yerleşim neden yasaktı?





Merhaba değerli okuyucularım.

Sohbetin en derininden, muhabbetin en tatlısından, tebessümün en samimisinden bir hafta boyunca mahrum kaldınız. İşin enteresanı sel mağdurlarının peşinden koşan devlet, Ersoy Baba mağdurları için kılını kıpırdatmadı. Her şeyi devletten beklemek de doğru olmadığı için bari yazayım da mağduriyetleri azaltayım dedim. Lütfedip ekran başına geçtim.

Hep maziden hatıralar yazıyorum ya; bu hatıralar ya içime oturmuştur, ya da halen aklıma geldiğinde gülerim. İçime oturanlar neyse de bu aklıma geldiğinde güldüklerim benim başımı belaya sokacak. Olur olmaz yerlerde aklıma geliyor. Gülünce de bu sefer “yine sıyırdı heralde” denilmesi içime oturuyor. Dolayısıyla mazide kalmış her hatıra her şekilde içime oturuyor. 

Bundan yıllar önce birlikte ticari bir iş yapmak üzere bir arkadaşımızın ofisine ziyarete gitmiştik. Detayları konuşacaktık. Bizim ekip 7 kişi idi. Arkadaşımızın ofisi mağazasının üst katındaydı. Geniş bir salonu vardı. Kimimiz koltuklara, kimimiz de sandalyelere yerleştik. Kendileri de 3 kişi idi.  Görüşmelere başlamıştık. Kapı tıklandı. İçeri eli yüzü düzgün, tesettürlü bir hanımefendi girdi. Bizim heyetin başındaki arkadaşımıza:

-Efendim, içecek olarak ne alırdınız? diye sordu.

Arkadaşımız “Çay” dese iş bitecekti. Herkese çaya fit olurdu. Ama o:

-”Ben bir soda alayım. Mümkünse limonlu.” 

Bu özel talep hanımefendide diğerlerine de sorma ihtiyacı oluşturdu. Kimimiz açık çay, kimi meyve suyu, kimi soda olur dedik. Bazıları aynı, bazıları da farklı içecekler söyledi. Her söyleyene “Peki” diyen hanımefendi hemen diğerine dönüyor ve “Siz ne alırdınız?” diye soruyordu. Bütün talepleri sözlü olarak alınca sessizce kapıdan çıktı. Ekibimizin başındaki Ali bey iş yeri sahibine hayretini gizleyemedi:

-”Bravo valla Hüseyin bey. Hanımefendi hiç not almadan herkesin siparişini aldı. Hepsini hafızasında tuttu. Böyle zamanda bunun gibi personel az bulunur. Çok şaşırdım.” dedi.

İşyeri sahibi biraz kasılarak:

-”Hanımefendi benim eşimdir. Eşim diye söylemiyorum, gerçekten çok zekidir. Müthiş de bir hafızası vardır.” Dedi. 

Ki, keşke demeseydi. Kapı yeniden tık tıklandı. Deminki hanımefendi tekrar içeri girdi. Elinde bir not defteri ve kalem vardı:

-”İçecekleri yeniden söyleyebilir misiniz” dedi. Ben de o an iş yeri sahibine dönüp: 

-”Hüseyin bey, bu arada ürünlerin nakliye bedelleri nasıl karşılanacak. Hangi tarafa ait olacak?” diyerek konunun üzerine nane ve kekiği serptim. 

***
Hani bi hikâye vardır; Tilki ile kedi karşılaşmış.

Tlki sormuş:

-Şuradan kurtlar gelse kurtulmak için kaç yöntemin var?

Kedi utana sıkıla:

-Benim bir tane yöntemim var. O da ağaca tırmanıp kurtulmak.

Tilki kahkahalarla gülmüş:

-Benim onlarca oyunum var. Hangisini uygulasam kurtulurum! Demiş. 
Demiş demesine de, tam sözü bittiğinde kurt hırlamalarını duymuşlar. Hem de çok yakından. Kedi korku ile ağaca tırmanıp saklanmış. Tilki ise: “Acaba şu oyunu mu oynasam da kurtulsam, yoksa öbür oyunu mu diye oyunlar arasında tercih yaparken kurtlar bunu yakalamış. Tilki kurtlar sofrasında yenmiş tükenmiş.

Ben de ekran başına geçtiğimde acaba şu olayı mı yazsam, yoksa diğerini mi diye düşünmedim değil. Sonra kedi gibi işin kolayına kaçıp Dr. Ali Erkan Balcı’nın güzel bir yazısını sizinle paylaşmayı göze aldım. Bunu paylaşmasam bi daha kim bilir nerede denk geleceksiniz böylesine bir bilgiye.

Kim demiş tarih sıkıcıdır diye…

Bir dahaki sefer ellerinizi yıkarken suyun sıcaklığı tam istediğiniz gibi değilse eskiden İngiltere'de bu işlerin nasıl yapıldığını düşünün, 1500'lerde İngiltere'de işler şöyle yapılıyordu:

İnsanların çoğu Haziran'da evleniyordu. Çünkü senelik banyolarını Mayıs ayında yapıyorlar, Haziran'da hala çok kötü kokmuyorlardı . Ama yine de kokmaya başladıkları için gelinler vücutlarından çıkan kokuyu bastırmak amacıyla ellerinde bir buket çiçek taşıyordu.

Banyolar içi sıcak suyla doldurulmuş büyük bir fıçıdan meydana geliyordu. Evin erkeği temiz suyla yıkanma imtiyazına sahipti. Ondan sonra oğulları ve diğer erkekler, daha sonra kadınlar, sonra çocuklar ve en son olarak ta bebekler aynı suda yıkanıyordu. Bu esnada su o kadar kirli hale geliyordu ki içinde gerçekten bir şeyleri kaybetmek mümkündü. İngilizce'deki 'banyo suyuyla birlikte bebeği de atmayın' (Don't throw the baby out with the bathwater) deyimi buradan gelmektedir.



Evlerin çatıları üst üste yığılmış kamıştan yapılıyor, kamışların altında tahta bulunmuyordu. Burası hayvanların ısınabilecekleri tek yer olduğu için bütün kediler, köpekler ve diğer küçük hayvanlar (fareler, böcekler) çatıda yaşıyordu. Yağmur yağdığı zaman çatı kayganlaşıyor ve bazen hayvanlar kayarak çatıdan aşağı düşüyordu.

İngilizce'deki 'kedi-köpek yağıyor' (It's raining cats and dogs) deyimi buradan gelmektedir.
Yukarıdan evin içine düşen şeyleri engelleyecek hiçbir şey yoktu. Böceklerin ve buna benzer nesnelerin yatakların içine düşmesi büyük bir sıkıntı oluşturuyordu. Etrafında yüksek direkler ve üstünde örtü bulunan İngiliz usulü yataklar buradan gelmektedir.
Zemin topraktı. Sadece zenginlerin zemini topraktan başka bir şeyden yapılmıştı. Toprak kadar fakir (dirt poor) tabiri buradan çıkmıştır.

Zenginlerin ahşaptan yapılmış zeminleri vardı. Bunlar kışın ıslandığı zaman kayganlaşıyordu. Bunu önlemek için yere saman (thresh) seriyorlardı. Kış boyunca saman sermeye devam ediliyordu. Bir zaman geliyordu ki kapı açılınca saman dışarıya taşıyordu. Buna mani olmak üzere kapının altına bir tahta parçası konuyordu ki bunun adı 'thresh hold' (saman tutan) ; Türkçesi eşik idi.

Yemek pişirme işlemi her zaman ateşin üzerine asılı durumdaki büyük bir kazanın içinde yapılıyordu... Her gün ateş yakılıyor ve kazana bir şeyler ilave ediliyordu. Çoğu zaman sebze yeniyor, et pek bulunmuyordu. Akşam yahni yenirse artıklar kazanda bırakılıyor, gece boyunca soğuyan yemek ertesi gün tekrar ısıtılarak yenmeye devam ediliyordu. Bazen bu yahni çok uzun süre kazanda kalıyordu. ' Bezelye lapası sıcak, bezelye lapası soğuk, kazandaki bezelye lapası dokuz günlük' (peas porridge hot, peas porridge cold, peas porridge in the pot nine days old) tekerlemesinin menşei budur. Bazen domuz eti buluyorlar o zaman çok seviniyorlardı .

Eve ziyaretçi gelirse domuz etlerini asarak onlara gösteriş yapıyorlardı. Birisinin eve domuz eti getirmesi zenginlik işaretiydi. Bu etten küçük bir parça keserek misafirleriyle oturup paylaşıyorlardı. Buna 'yağ çiğnemek' (chew the fat) adı veriliyordu.

Parası olanlar kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabaklar alabiliyordu. Asidi yüksek olan yiyecekler kurşunu çözerek yemeğe karışmasına sebep oluyor, böylece gıda zehirlenmelerine ve ölüme yol açıyordu. Domatesler buna sık sık sebep olduğu için bunda sonraki yaklaşık 400 yıl boyunca domateslerin zehirli olduğu düşünülmüştü.

Çoğu insanın kalay-kurşun alaşımından yapılmış tabakları yoktu. Onun yerine tahta tabaklar kullanıyorlardı . Çoğu zaman bu tabaklar bayat ekmekten yapılıyordu. Ekmekler o kadar bayat ve sertti ki uzun zaman kullanılabiliyordu. Bunlar hiçbir zaman yıkanmadığı için içinde kurtlar ve küfler oluşuyordu. Kurtlu ve küflü tabaklardan yemek yiyen insanların ağızlarında 'tabak ağzı' (trench mouth) denen hastalık ortaya çıkıyordu.

Ekmek itibara göre bölüşülüyordu. İşçiler yanık olan alt kabuğu, aile orta kısmı, misafirler de üst kabuğu alırdı.

Bira ve viski içmek için kurşun kadehler kullanılıyordu. Bu bileşim insanları bazen birkaç gün şuursuz vaziyette tutabiliyordu. Yoldan geçen insanlar bunların öldüğünü sanıp defnetmek için hazırlık yapıyordu. Bunlar birkaç gün süreyle mutfak masasının üstüne yatırılıyor¸ aile etrafına toplanıp yiyip-içerek uyanıp uyanmayacağına bakıyordu. Buna 'uyanma' nöbeti deniliyordu.

İngiltere eski ve küçük bir yerdi, insanlar ölülerini gömecek yer bulamamaya başlamıştı. Bunun için mezarları kazıp tabutları çıkarıyor, kemikleri bir 'kemik evi'ne götürüyor ve mezarı yeniden kullanıyorlardı . Tabutlar açıldığında her 25 tabutun birinde iç tarafta kazıntı izleri olduğu görüldü. Böylece insanların diri diri gömüldüğü ortaya çıktı. Buna çözüm olarak cesetlerin bileklerine bir ip bağlayıp bu ipi tabuttan dışarıya taşıyarak bir çana bağladılar. Bir kişi bütün gece boyu mezarlıkta oturup zili dinlerdi. Buna "mezarlık nöbeti" (graveyard shift') denirdi. Bazıları zil sayesinde kurtulur ('saved by the bell') bazıları da 'ölü zilci' (dead ringer) olurdu.

Antik Yunan kültüründe olduğu gibi, evlerde, ortasında delik bulunan iskemle biçimindeki oturaklar ya da basit kil kaplar kullanılırdı. Kullanımdan sonra kap genel bir lağım çukurlarına ya da doğruca pencereden sokağa boşaltılırdı. (Şemsiyenin keşfi bununla direk alakalıdır) Parası şehrin vergileri ile ödenen işçiler tarafından geceleri bu lağım çukurlarını temizlenir ve pisliği arabalarla şehrin dışına taşınırdı.

Dışkı kaplarının sokağa dokülmesinden dolayı birçok insan o dönemde mağdur olabiliyordu. Mağdur bu durumda dışkıyı sokağa atan kişiyi mahkemeye verebilir, oluşan temizlik ve sağlık masrafları için ve işe gidememesinden oluşan kayıpları için para tahsil edebiliyordu. Her zaman dışkıyı atan tespit edilemiyordu. Bu durumda cezalar dışkının geldiği binada oturan herkesten tahsil edilirdi. Dışkıların evlerin pencerelerinden boşaltılmasının yol açtığı kargaşa, dönemin eserlerinden Juvenal’ın yazdığı “Üçüncü Satir” eserinde de yer alıyor. Yazar bu yaygın olayı ”bilinmeyen tepelerden gümbür gümbür inen fırtına” şeklinde tanımlamış.



Gerçekler bunlar:

Ortaçağda Avrupa'daki rahibelerin yüz ve ellerinden başka yerlerini yıkamaları kesin olarak yasaklanmıştı. Kastilya Kraliçesi İsabella bile 50 yıldan fazla süren hayatı boyunca iki kez banyo yapmıştı. Kirlilik adeti Amerika'ya da bulaşmış Pennsylvania ve Virginia eyaletlerinde ''banyo yapmayı yasaklayan'' ya da belirli kısıtlamalar getiren kanunlar çıkarılmıştı. Philadelphia' da ise kanunla bir ay içinde birden fazla banyo yapan insanlar cezaevine gönderiliyordu.




Tuvaletle henüz tanışmayan Avrupa'da lazımlıkları sokaklara boşaltma adeti 17. yüzyıla kadar sürdü. Fransa krallarından 14. Louis, gününün belli bir zamanını lazımlığında oturarak geçirir, devlet işlerini de buradan yürütürdü.

1600'lerde İstanbul'a gelen İngiliz büyükelçiler, lazımlık kullanma ve bunu da pencereden boşaltma adetleri yüzünden şehirden uzak olan Tarabya'yaki bir konağa gönderilmişti. 19. yüzyıla gelindiğinde, kesin olarak tuvalet kullanma sözü vermeleri üzerine Taksim'e taşınmalarına izin verilmişti…

Dr. Ali Erkan Balcı
 
Tarihi romanlarda bile bu detayların çoğu bulunur.

Kalın sağlıcakla.