dore okulları
Malatya
25 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.50
  • EURO
    34.94
  • ALTIN
    2439.6
  • BIST
    9717.13
  • BTC
    63485.14$

Uluslararası politikada ’’hastalıklar’’

08 Kasım 2021, Pazartesi 19:41
Uluslararası politikada "hastalıklar"





Hayatı tanımlarken kullanılan kavramlardan biri de “akış” tır. Buna göre hayat her daim akar. Akan bir suya bakan insanın aklına ilk gelen ise “bu su nereden geliyor, nereye gidiyor” sorularıdır.  Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz soruları insan için o kadar önemli ve ağırlıklı bir sorudur ki bundan koskoca bir felsefe alanı çıkmış. Hz. İsa Yuhanna İncilinde “Ne var ki, içinizden hiçbiri bana, 'Nereye gidiyorsun?' diye sormuyor” (16/5) şeklinde serzenişte bulunurken, Kuran, Tekvir suresinde “Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz ?” diye sorar. Demek ki “nereye?” sorusu insan ve insan hayatı için bir varlık (ontoloji) meselesidir. 

Tarihi, ilerleme olarak görenler tekerleğin icadından uzay yolculuklarına kadar yaşanan gelişmeleri insanlık için medar-ı iftihar olarak kabul ederler. Fakat bilim insanları Milattan Önce 4000 yıllarında yaşamış olan Sümerlere ait tabletlerde “bu gençlik nereye gidiyor?” serzenişine rastladığında, bu ilerleme madalyonunun sorgulanması gereken bir de diğer yönü olduğunu düşünmüşler. Gerçekten, insanlık teknik ve teknolojik açıdan ilerlerken bazı değerler açısından sürekli geriliyor mu? Eğer öyle kabul edecek olursak Sümerlerden beri gerileyen insanlık değerlerinden günümüzde geriye ne kalması gerekirdi? Zamanın teknolojisini doyasıya kullanırken, aynı zamana çeşitli açılardan esef duymak sağlıklı bir durum mu? Yoksa, gerçekte esef duymamız gereken şey, zamanı ve zamanın gereklerini anlayamamaktan, ona ayak uyduramamaktan kaynaklanan bir “bilinç bulanıklığı” mı?

İlk çağlardan itibaren hani derler ya “kimler geldi, kimler geçti”. Değişim var olmanın zorunlu bir kanunu.  Dünya, üzerinde “henüz insandan anılan bir şey bulunmazken”, binlerce yıl boyunca değişerek insanın gelişine hazırlanmış. İnsanlık âlemi ise ateşin bulunmasından, 30 milyar ışık yılı uzakta olduğu hesaplanan Phonix galaksisinin bulunmasına kadar geçen süre içinde, sürekli değişerek ve gelişerek bugüne gelmiş. Bu sırada dünya kâh ısınmış, kâh soğumuş. Bu uzun tarih boyunca değişime ayak uydurabilen türler yaşamış, ayak uyduramayanlar, dev cüsseli ve muazzam kudretli dinozorlar bile olsa bir sivrisinek kadar başarılı olamamışlar. Bu terakki kanununun olmazsa olmaz şartı şudur: Değişmeden gelişemezsiniz, gelişmeden değişemezsiniz. 

Yaşamak başka şey, büyümek başka şey, gelişmek ise daha başka bir şey. Herkes, belki her şey kaçınılmaz olarak yaşar, büyür ama gelişmez. Büyüyen bir gün ihtiyarlar, zayıflar ama gelişen değil. Gelişmişlikte izmihlal olmaz. Ancak inkıraz olur. Bu kural devletler aynasında daha net görülür. 

Sağlıklı gelişmenin önündeki en önemli nedenlerin başında hastalıklar gelir. Hastalık sadece biyolojik varlıklar için değil sosyal varlıklar için de söz konusudur. Öyleyse uluslararası politika nezdinde devletler için de bir hastalıktan söz edilebilir mi? 

Günümüzde sıklığı artan Alzheimer hastalığını herkes unutkanlık olarak düşünür. Hâlbuki Alzheimer’ın en dikkat çekici özelliği eski geçmişi çok ince detaylarıyla hatırlamak, yakın geçmişi ve yaşanılan günü ise unutmaktır. Bu durum insanın günlük yaşamını sürdüremez hale getirir. Bu tür psikolojik hastalıkları uluslararası politikaya uyarlamak yeni bir yaklaşım olarak ortaya çıktı. Bu kapsamda dikkat çeken diğer bir rahatsızlık da Otizm’dir.

“Otistik Dış Politika” uluslararası alanı çok fazla etnosentrik ve eksepsiyonalist, yani ben merkezli düşünmekten doğan, bir kendini yalnızlaştırma politikasıdır. Geçmişte yaşananları, arada geçen zamanı, insanların ve toplumların değişme istidadını hesaba katmadan günümüze taşımak ve bunu güncel politikanın mihenk taşı haline getirmek, uluslararası politikada sağlıklı ilişkiler geliştirmeyi engeller.

 Bazı insanlar yaşadıkları travmaların etkisinden bir türlü kendisini kurtaramazlar. Her an aynı şeyleri tekrar yaşayacağını düşünen ve derin bir güven bunalımı içine düşenler, yaşamlarında yeni atılımlar yapamadıkları ve kendilerini bir paranoya ile sürekli zayıflattıkları için gerçekten de yeni travmalara da açık hale gelirler. Buna uluslararası politikada “kendini doğrulayan kehanet” adı verilir. Bu durum,  kendisini “şimdi düşeceğim, şimdi düşeceğim.. diye negatif tetikleyen insanların, nihayet düştüğünde bak işte söylemiştim, düştüm işte!” psikolojisidir.  

Uluslararası alanda pek çok devlet savaşlar nedeniyle derin travmalar yaşamıştır. Örneğin iki dünya savaşının mağlubu olarak en derin acıları yaşayan Almanya, Japonya ve İtalya.
Fakat bu devletler yaşadıkları travmalara rağmen İkinci Dünya Savaşından yaklaşık yirmi yıl sonra yine dünyanın zirvesine yerleşmeyi başarmışlar. Bunda en önemli etken bu ülkelerin acı dolu geçmişlerini geride bırakmayı ve kendilerine bu acıları yaşatan –ki bunda kendilerinin de payı var-  uluslarla bile yeniden ilişki kurmayı becerebilmeleridir.

Gerçekten de Japonlar, tarihsel hafızalarında derin izlere neden olacak kadar kendilerini aşağılayan ABD’nin bağrında yeşererek çağdaş Japonya’yı yeniden inşa etmişler. Adeta Firavun’un sarayında yetişen Musa gibi. 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dörde bölünen ve uzun süre bir orduya dahi sahip olamayan Almanya ise, küllerinden yeniden doğmayı, geçmişe değil geleceğe odaklanarak başarmıştır. Öyle ki, dalını budağını kırarak onu ağır biçimde cezalandıran Avrupa, bugün Almanya lokomotifinin arkasına takılan vagonlar mesabesindedir. 

Örnek olarak söz ettiğim bu ülkelerin ortak özellikleri, tarihi yeniden canlandırmak hevesi ile değil, gelecekte yeni bir tarih yazma hevesi ile uluslararası politikaya odaklanmaları ve bunu reelpolitik düzlemde gerçekleştirmeleridir.

Nasıl ki duygusallık psikolojik rahatsızlıklara yatkınlığı artırır, uluslararası politikada nostalji ve melankoli de yukarıda sözünü ettiğim hastalıklara yakalanma riskini artırır. Buna karşın realitenin “acı” ilacını yerine göre istimal etmek gerekir. Yerine göre kullanılacak olan nostaljinin elbette ki irabda mahalli var. 

Sonuç olarak, değişim ilahi bir kanun, değişime ayak uyduramayanların ise cüssesine bakılmaksızın geride kalması, hatta tarih sahnesinden silinmesi ise kaçınılmaz bir sondur.

Kendini “seçilmiş ulus” veya “tanrının çocukları” olarak görmek ya da geçmişteki hizmetleri nedeniyle adeta kendini taktir-i ilahiden alacaklı farz etmek, son ana kadar gidişatı görmeyi engelleyen bir bilinçsel narkoz etkisi yaratır. 

İlahi emir; övünün, dövünün ve suçlayın demiyor. Sabredin, (doğru işler yapın ve doğru yapılan işlerin sonuçlarını görebilmek için) sebat edin ve uyanık olun diyor.