Bir Başka Şehrin Sevdası (2.bölüm)
03 Ağustos 2025, Pazar 09:10
Sen taksici Kirkor’u da tanırsın Tovfik gardaş hanıya?
-Nasıl tanımam. Bizim zamanımızın adamı. Bin dokuz yüz ellilerin. Ama bu gençler bilmez. Bir Malatya, bir Kirkor’du. Başka tomofil, taksi falan arama.
-İstasyonda ineceksin değil mi? Sümer fabrikasında söyleyeceksin ki pompalaya pompalaya ancak orada durabilsin.
Ben bununla bir gün Eski Malatya’nın yolunu tuttuk. Güle oynaya gidiyik. Araba bir lemette duramadığı için biz daha yol ayırımına gelmeden, şosede bir kuru pınar var, pınara varmadan Ahmet Duran Türbesi’nin orada dur dedik ki ancak durabilir. Zaten arkadaşlar da daha önceden birer ikişer inmişlerdi. Bir ben kalmıştım. Orada durunca:
-Parayı ver dedi.
-Sen o inenlerden almadın mı? Ben halkın, elin adamının parasını mı vereyim?
-Seninkini aldı mıydı?
-Onu da almam, dedi. Bir daha buraya gelirsem anam arvadım olsun, deyip dönmüştü.
Ama hoş adamdı. Malatya’nın sembolü gibiydi. Eski bir Opel arabası vardı. Boyasının rengi atmış, her yanı çakşamış. Nuh Nebi’den kalma. Onunla geçimini sağlardı. Kimsenin kalbini kırmazdı. Hâlâ gözlerimin önündedir.
-Gençler Malatya’nın delilerini de bilmezler İsmail gardaş.
-He gardaşım he!.. Onları sen benden sor. Yaşar mı? Faro mu? Fırt Faik mi, Kız Mahmut mu? İzo mu, Müdür mü, Gaffar mı? Hangisini sayayım?
-Bir de leblebici yok muydu? Kürüğüyle (eşek yavrusuyla) birlikte dolaşırdı.
-Tovfik gardaş, sen de benim gadek (kadar) biliysin, tanıyısın hanıya. Leblebici de bir başka âlemdi.
Sırf bunları konuşturmak için Almanya’dan gelirdim. Hepsini toplar, önce karınlarını doyururdum. Eksiklerini alırdım. Sonra da konuştururdum. Onlar konuştukça güler, deşarj olurdum. Bunlar biliy misin deli değil, akıllı deliler.
Faik’in tek tuğla duvar örüşünü gördün mü hiç? Değme duvarcı öyle düzgün çıkaramaz. Sırasında öyle güzel laf ederler ki, taşı gediğine korlar.
-Faro da ısılığa kızardı.
-Bir gün vali, Hüseyinbey Köprüsü’nden aşağı iniyi. Bir ısılık, bir kalabalık… Bütün millet sokakta, dükkânların önünde. Getirin şu adamı diyor. Polisler onu alırken ıslıklar susmuyor. Elindeki kavalıyla valinin önündedir Sus pus olmuştur. Vali:
-Bu nedir Faro? Diye soruyor. Bir sürü çocuğu, adamı arkana takıyorsun?
-Ses yok. Başı öne eğik, kavalı elinde öylece duruyor, Vali yine sorunca yanıt yerine üç kez, yüzüne doğru ıslık çalıyor. O zaman vali hiddetleniyor:
-Bu ne küstahlık. Atın şunu içeri, diyor. Faro:
-Vali bey, sen üç ıslığa dayanamadın, ben nasıl bir Malatya’nın ıslığına dayanayım? Diyor.
-Vali, başını sağa sola çevirip, gülerek uzaklaşıyor.
-Sen Çırmıktılı tellak Haci’yi de tanımazsın Tovfik?
-Ben tellak Haci’yi değil, Gâvur Haci’yi tanırım. Akrabamdır.
-Neden Gâvur demişler? İnançsız mı? İnsafsız, acımasız mı?
-Bilmem ki… Çoktandır gördüğüm yok. Sanmam ki adı gibi olsun. Bir benzetmedir. Sinemayı ilçeye ilk kez o getirmişti. Belki ondan. Ev yaptırırken ihtiyacım olmuştu. Ona gitmiştim. Dayıoğlu, aybaşına kadar beş bin lira borç verir misin? Bir arsa buldum. Eksiğim var, alamıyorum, demiştim.
-Hay hay bibim oğlu, deyip çıkarıp vermişti. Böyle de iş bitirirdi.
Arkasından eklemişti:
-Aybaşında getirmezsen kanuna tabi olursun, diye uyarmıştı. Aybaşında, maaşımı alınca hemen götürüp teslim etmiştim. Kanundan kurtulmuştum. Ama hâlâ çözmüş değilim. Kanunun maddeleri neydi? Uygulaması nasıldı? Sen o sözlere bakma. Çoklarından merttir, iyidir, yenilikçidir. Ben severim.
-Tellak Haci de işin ustasıdır hanıya. Çok hoş sohbettir. İyi insandı. Arastanın orada, Hacı Hüseyin hamamında tellaklık yapardı. Anladın mı Tovfik gardaş hanıya?
-Anladım. Eski arastayı diyorsun. Hamamı da biliyorum. Kapısı arastaya bakardı. Evet…
-Haci, birine keseyi vururken aynı yerde, mesela omuzlarda manevra yapıp lafa devam ediyor. Bir eliyle de devrilmesin diye adamı tutuyor. İki üç kese sürüp şap diye, bütün gücüyle omuzuna yapıştırıyor. Adam sarsılıyor. Ama ses yok. Dinlemede:
-Ben sultan Hamit’in başpehlivanıydım. Urusya’ya güleşe gittik. Hep yıkıldılar. Sultan Hamit rahmetli:
-Haci, en güvendiğim sensin, dedi.
-Meydanda urus pehlivanı boşa verdim. Yere çakıldı. Kalk, biz Müslümanız. Yerde dalamam, dedim. Boynunu bir sarmaşa aldım. Baktım ki gövde elli metre ileri gitmiş. Kelle koltuğumda kalmış. O anda baktım havada uçakla deli Colis gidiyi. Sıçradım, uçağın kanadından kaptım. Colis:
-Burada ne halt karıştırıyısın ula, dedi?
-Güleşe geldik, dedim. Uçak Malatya’ya doğru geldi. Baktım ki Paşaköşkü’nde sütçü Azzet Bacı bulgur garıştırıyı. Dedim, bereketli ola Azzet Bacı.
-Vula dümbüllü, orada sen ne geziyisin? Dedi.
Canımı böyle kurtardım, deyip keselediği adama bir daha şap diye, keseyle birlikte şaplatıyor. Adamın derisi yüzülür, yağırı çıkardı. Ondan haberi olmazdı.
Heyecanlar doruktaydı. Pehlivan kendini nasıl kurtaracaktı?
Nasıl dönecekti? Colis imdadına erişince herkes rahatlamıştı. Millet gülmekten yerlere yatıyordu. Kendilerini zor tutuyorlardı.
-Vay Haci Dayı vay!.. Nasıl da kafakol yaparak Rus’un kafasını gövdesinden ayırmış. Böyle pehlivanlar ancak Malatya’mızdan çıkar, diyorlardı.
-Delisi de çoktur memleketimizin hanıya, akıllısı da. Kaç başbakan, kaç cumhurbaşkanı yetiştirdi. Ünlü ses sanatçıları, sinema sanatçıları… Yazarlar, şairler, pehlivanlar… Say sayabildiğin kadar…
-Ama eşeği de var, ineği de, İNEK ŞABAN’ı da… Koçu var, “Kuzu’su” da var!.. Değil mi?
-Koca inekler, acemi çaylaklar taşı gene başımıza attınız. Alın çatımdan vurdunuz. Helbet Tofik’in damında elime geçersiniz…
-İsmail abi, havasından m, suyundan mı?
-Onlar da var, ama velakin şu mişmiş dediğimiz kaysı yok mu? Bütün sır, bütün hikmet onda. Cinsel gücü de… Gençler, bu konu çok önemli. Unutmayasınız!...
Gülüşmeler çığlığa dönüşmüştü. Her biri bir istekte bulunmaya başlamıştı:
-Alo dayıdan bir limonata!
-Haşim dayıdan bir biyam şurubu!..
-Hüsamettin’den bir kızılcık şurubu!.. “Yanlışlık oldu babo… Ben kattım arvat da katmış gardaş. Şeker, şeker!..”
-Çek bir ayran usta. Pütürge ayranı olsun. Pirpirimli!..
-Çek Bahri Baba’dan birer dondurma. Beydağı’nın karları gibi diş diş olsun!.. Yüreklerdeki ateşi ancak onlar söndürebilir.
Coşku, neşe, gürültü tavanları deliyordu. Ocakçı dayanamamıştı:
-O kadar söyledim, anlamadınız. Burada Hosurafoğlu’nun eşeği mi…..yu? Üç dört saattir zibillik serçeleri gibi vıcır vıcır ettiniz. Anıları, geçmiş günleri anlattınız. Kirkor’un tomofili gibi su kaynattınız. Burayı Dingo’nun ahırına çevirdiniz.
-Muzo dayı, kimin tavuğuna kış dedik? Biz bize söyleştik.
-Şimdi ben size kışe kışe diyorum. Evli evine, köylü köyüne!.. Burası İzmir, Malatya mı? Onu istiyisiniz, bunu istiyisiniz. Soğanın cücüğünü unuttunuz galiba. Zıkkımın kökünü yiyin!.. Muzo dayınız kahve ocağında bütün gün yandı. Kösegiye döndü. Sesim bile zor çıkıyı. Şimdi sofrada gözel arvatlarınız, çağalarınız sizi bekliyi. Gözleri çir damına dönmüştür. Deminden beri yaptıklarınızı dinliyorum, sizin de akıllı delilerden farkınız yokmuş.
Muzo Dayı’nın şaka ile karışık sözleri coşkularına coşku katmıştı. Aradan Tovfik’in kalın, gür sesi yükselmişti. Sanki Huşeng Azerioğlu… Onun türküsünü kendine göre yorumluyordu:
Soğuk soğuk pınarlardan
Binbir çeşit kaysılardan
Battal Gazi diyarından
Size selam getirmişem
Size selam getirmişem!..
-Oldu olacak, kırıldı nacak, demişti Muhsin. Bari davulcu Hasan’la, zurnacı Abuzer’i de çağırıp, şurada bir Malatya düğünü kurak. Vur patlasın, çal oynasın, eğlenek…
İsmail’in can damarına basmışlardı sanki. Birden duygusallaşmıştı.
-Ah!.. O eski gençlik coşkuları nerede hanıya? Delisiyle, akıllısıyla, mis kokulu havasıyla, dağlarıyla, ovalarıyla, dereleri, çaylarıyla, çeşit çeşit meyvaları, kaysılarıyla bir başka güzeldir Malatya’mız. He vallah hanıya, demişti. Arkasından derin bir iç geçirmiş, bir şiirden bazı dizeler okumuştu:
………………….
Çok günler gördük, aklı karalı
Bir turna süzülür Yazıhan ovasına
Şahin vurmuş, bir kanadı yaralı
Malatya, kara sevdalım, anam babam
Ceylan gözlüm gibisin
İnce belde gümüş kemer
Yazmasında gül oya
Kırk yıllık nişanlım, sözlüm gibisin!..
-İsmail abi, yetmez mi bunca hasretlik? Şu davulcuyu, zurnacıyı çağıralım artık, demişti.
-Onları bulamam, öbür dünyadan getirmenin münkünatı yok, demiş yine ağzıyla cümbüş çalmaya başlamıştı. Makamdan makama geçiyordu. İçlerinden biri de elini boru yapmış, ağzına yapıştırıp zurna gibi çalıyordu.
Tovfik:
-Davulcu Hasan yoksa tefçi Topal Sıddı burada diyerek kahvecinin servis tepsisini kapmıştı. Türkü söyleyerek çalıyordu.
Coşkular kabarmıştı. Bir kahkaha, bir şamata… Türküler, şiirler, oyunlar, gülüşmeler gırıla gidiyordu.
Onları böyle görenler ister akıllı, ister deli desinler. Onlar felekten bir gün çalmanın, özlem gidermenin mutluğunu yaşıyorlardı.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.