Malatya
29 Haziran, 2025, Pazar
  • DOLAR
    38.77
  • EURO
    43.89
  • ALTIN
    4143.5
  • BIST
    9.391
  • BTC
    102916.45$

Bir gününe bile fittim. Rabbim verdi de verdi!

29 Haziran 2025, Pazar 08:51
Bir gününe bile fittim. Rabbim verdi de verdi!

Rus Osmanlı savaşında oğlunu askere gönderen Rus Yahudi’si bir anne, oğluna kendine dikkat etmesini tembih ediyormuş:

-''Oğlum, kendine çok dikkat et. Git biraz Türk vur, sonra dinlen. Sonra biraz daha Türk vur, sonra yine dinlen. Çok terleyip de üşütme''

Oğlu:

-''İyi de anne ya onlar beni vurursa?'' demiş.

Annesi:

-''O ne demek oğlum, seni niye vursunlar, sen onlara ne yaptın ki'' demiş.

Dört yanımız savaşlarla dolu, dört yanımız her an bizi yutmaya hazır düşmanlarla dolu. 

Onların şu an bulundukları topraklara 100 sene öncesine kadar biz sahiptik. Belki 500 yıl belki de 600 yıl o topraklar bizimken onların doğal güzelliklerini gasp etmiştik. Dev gibi göğe yükselen ağaçlarını kesip kerestelerini ülkemize taşımış ahşap evlerin en krallarını biz yapmıştık. Kahve tarlalarında zorla çalıştırıp kahvelerini, kauçuk ağaçlarından çıkan kauçuk sıvılarını da varillere koyup o zamanın Mac tırları ile anavatana getiriyor ve o kauçuk ham maddesi ile ülkemizde koltuk ve yatak sanayiini geliştiriyorduk. Devasa petrollerini biz çıkartıp o zamanlar dev tanker gemileriyle ülkemize getirip benzinli suv araçlarımızda kullanıyorduk. O topraklar bizdeyken doğalgazlarını bile çıkartıp borularla ülkemize taşıyorduk. Onlara ne gazı koklatıyor ne benzininden bir bardak içiriyorduk. Çocuklarını elmas madenlerinde zorla çalıştırıyorduk. Elmaslardan çalan çocukları yakaladığımızda ellerini kesip ders veriyorduk.   O elmaslarını ülkemize kaçırıyor, altın madenlerinden söke söke aldığımız altınlarla birlikte dev gibi hazine kasalarında saklıyorduk. Genç ve güçlü olanlarını köle olarak getirip kullanıyor veya arenalarda aslanlara parçalatıyor, bunu da zevkle izliyorduk. Kömür, demir ve bakır madenlerini de bitene kadar biz değerlendirmiştik. Kendi dillerini unutturmuş, hepsini bizim dilimizi konuşur hale getirmiştik. Ülkemizde bütün baskılarımıza rağmen dininden dönmeyenleri gemilere bindirip aç susuz Akdeniz’e bırakıyorduk. Bütün bu emperyalist detayları o topraklar bizdeyken uyguladığımız için bizim düşmanımız çok oldu. Hepsi ilk fırsatta bizi boğazlamak için can atıyor.(!) 

İstanbul’a gittiğimizde oğlum sabah kahvaltısı için bizi Beşiktaş’ta “kahvaltıcılar” sokağına götürdü. Birine girdik kahvaltımızı yaptık. Memnun da kaldık. 

Birileri de benzeri bir kahvaltıcıya girmişler. Serpme kahvaltı. Her şey de varmış. Sofrada bardak koyacak boşluk yokmuş. Dolu dolu. Ancak masaya bir türlü çay gelmemiş. Çay sorulduğunda:

-“Efendim, bizim çay servisimiz yok. Çay menülerimizde de yok. Ancak size kahve, sıcak süt, soğuk gazoz, meyve suyu vesaire verebiliriz. İçecekler firmamızın ikramı” dedilerse de çay olmayınca kahvaltı bütün heyecanını kaybetmiş. Serpme kahvaltının çay olmayınca bir kıymeti kalır mı?

Velhasıl çay bizde keyfi 5’e katlayan bir unsur haline geldi. En keyifli anımızda çay mutlaka olmalı.

2 yılı aşkın süredir İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlar ve yıkımlardan sonra Tel Aviv’e İran’dan gönderilen füzeler inmeye başladı. Canlı yayında patlamalar ve yıkımlar yayınlanmaya başladığı anda koşup mutfakta çayımı doldurup yanına da çekirdeklerimi aldım. Yüksek C sehpamın üzerine hızlıca serpiştirip kanepemdeki yastıkları da belimi dolduracak, başımın arkasına da destek olacak şekilde hızla yerleştirdim. Ayağımı da hemen önümdeki taburenin üzerine uzatıp çaydan bir yudum aldım. Aman Allahım. Ne kadar lezzetli bir çaydı.

Başladım Tel Aviv’in füzelerle bombalanma görüntülerini seyretmeye. Böyle bir zevk çekirdek çitlemeden de hiç gitmez. Onu da ara ara gerçekleştirdim.

Bu zevk içimde kalmış bir ukdeydi. 5-10 yıl önce İsrail uçakları bir gece Gazze’yi bombalarken Gazze’yi gören bir tepede 7-8 Yahudi içkilerini mezelerle o bombalanma manzarası eşliğinde kahkahalarla ve zevkle yudumluyorlardı. Kıpkırmızı alevler, çığlıklar, yerle bir olan evler, binalar onlar için harika manzaraydı. Kinim ve nefretim o gün beş bin kat daha artmıştı.

-“Gün gelecek… Gün gelecek sizin yerle bir oluşunuzu da ben zevkle izleyeceğim inşallah!” diye içimden geçirmiştim.

Allah o günü görmeyi sadece 12 gün nasip etti. Açıkçası ben bir gününe bile fittim. Rabbim 12 gün o manzarayı nasip etti.


 
İşin enteresan kısmı vardı:

Suriye ve Irak’ta milyonlarca Sünni Müslümana zulmeden, çoluk çocuk ayrım yapmadan katleden bir İran vardı. Bu Sünni katliamıyla da öğünürlerdi. Rabbim onlara İsrail’i musallat etti. Komutanlarını, liderlerini, bakanlarını vesaire yöneticilerini bir bir katleden bir İsrail musallat oldu onlara.
İşin bir enteresan kısmı daha vardı:

Gazze’yi yerle bir eden, kadın çocuk, sivil ayrımı yapmadan soykırım yapan azgın katil terör devleti İsrail’e de İran gibi bir başka katili musallat etti. Rabbime hamdolsun.

Tahran bombalanırken, üst düzey komutanlar İsrail tarafından öldürülürken çay ve çekirdek aklıma gelmemişti. Bundan bir zevk almam elbette mümkün de değildi, ama Tahran ve İran’ın diğer şehirlerinde olanlar sanki Güney Amerika’da bi yerlerde, çok uzaklarda oluyormuşçasına bende çok büyük bir üzüntüye de sebep olmamıştı.

Bu üzüntüsüzlüklerim veya neşelenmelerim tamamen şahsi duygularımdır. Gazetemizin genel yayın politikaları ile alakasızdır. Belki de aynıdır. Ama bu yazıdakiler benim duygularım, benim kararım.
İsrail ile ilgili duygularımı yazmıştım zaten.

İran denince de nedense boğazımla midem arasında yanma gibi bir his kaplar beni. Yakın zamanlarda helikopter kazasında ölen İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi vardı. Cesedine bile ulaşamamışlardı da helikopterinin enkazını ve cesedini Türkiye’nin gönderdiği Akıncı Siha’mız bulmuştu. 

İbrahim Reisi’nin karısı Cemile Alamolhoda, kocasının cesedini Türk Siha’sının bulmasından yaklaşık bir yıl kadar önce Venezuela’da bir röportaj vermişti. Bu röportajda:

-“Türkler İran’ın daimî düşmanlarıdır” demişti.

Cemile Alamolhoda “ABD İran’ın daimi düşmanıdır” veya “Siyonistler İran’ın daimi düşmanıdır” dememişti. Ona göre daimî düşman Türkler idi. Buna rağmen o kadının kocasının cesedini bulmakta yardımcı olmuştuk. Belki bu kendi iç kavgalarından biri idi de cesedi bulduğumuz için de bize içten içe kızanları vardı. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye ve İran arasında yüzyıllardır süregelen anlaşmazlığımız sona ermişti. O dönemde kurucu yöneticilerimiz ile İran’ın “Osmanlı düşmanlığı” ortak noktaları idi. Bu çerçevede de dostluk bağları kuvvetlenmişti. 

Yani deli deliyi görünce sopasını saklarmış. O yıllarda netekim öyle de olmuş.

Savaşın erken bitirilmiş olması sanıyorum bize ebedi düşman olan bu iki gücün tüm güçlerini tüketmemeleri içindir. İlerde lazım olur düşüncesinin sonucudur. 

Gelelim haftanın yazı sonu lakırtısına. Yazı konumuzla alakası yok ama okumakta da fayda var.

Bir tepenin üstünden kurtlar aşağı vadide otlamakta olan koyun sürüsünü seyrediyorlardı. Koyunlar otların arasında dolaşırken kuyrukları bir o yana bir bu yana sallanınca kurtların ağzının suyu akıyordu. Ama sadece seyrediyorlardı. Genç bir kurt dayanamadı:

-“Hadi yiyeliiiim!” diye yerinden fırlayınca yaşlı kurt onu pençesiyle ensesinden tutarak durdurdu. Koyunların etrafında gezen çoban köpeklerini göstererek:

-“Hoop! O koyunların etraflarında gezinen boyunlarında çivili tasmaları olan itler varken biz onları yiyemeyiz.”

Genç kurt:

-“Tamam. Onlara da biraz veririz avladıklarımızdan. Onlar da yer!”

Yaşlı kurt kafasını sallamış:

-“Onlar bize benzer ama çok farklıdırlar. Onlar ne kendileri yer, ne de bize yedirirler” demiş.
*** 
Kalın sağlıcakla.


 
 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.