Malatya
24 Ağustos, 2025, Pazar
  • DOLAR
    41.14
  • EURO
    48.33
  • ALTIN
    4443.9
  • BIST
    11.372
  • BTC
    114927.39$

Domuz yavrusu

24 Ağustos 2025, Pazar 08:50
Domuz yavrusu

Merhaba değerli okurlarımız. Ersoy Baba makaleleri çok ilginç ve gıcık konular bulamadığında o hafta yayınlanmıyor. Bu bulamama işi araştırıp ulaşamamadan değil biraz tembellikten. Her hafta pazar sabahına kadar yazımı yazma ümidim %90’larda oluyor. O sabah o %90 tam tersine dönebiliyor. Gazetemizin değerli editörü hayatta olup olmadığımı anlamak için bana “Hayırlı Pazarlar Hocam. Nasılsınız?” diye sormasa yazıyı bi on beş gün daha öteleme gücünü kendimde bulabiliyorum. Ama o mesaj yüzbinlerce okurumun pazar sabahı “Baba bugün neden yazmadı? Kaç saattir gözümüz ekranda. Perişan olduk!” diye editörü aramalarından dolayıdır diye düşünüyor ve editörü bari sıkıntıdan kurtarayım diye yazmaya karar veriyorum.

Ben yazmasına yazıyorum ancak iş yazmakla bitmiyor. Ben yaşlardaki Karikatürist Kasım Beyin de çizmesi lazım. Zira karikatür yazıyı okutturuyor. Yoksa yazılarım yüzüne bakılacak durumda değil.

Ersoy Baba Pazar Yazılarını kitap haline getireyim dedim. Sevgili yayın ajansı sahibi Adını vermeyeyim Halil abim yarısını çöpe atmış. Kalanın yarısını da çıktı alıp sahilde çekirdek satan seyyar satıcılara:

-“Külah yapın içine çekirdek koyar satarsınız. Bari işe yarasın” diye dağıtmış. Geri kalanın yarısını da kesip kesip yıldız yapmış. Bize kalmış 50-60 sayfa. Onda da:

-“Yayınlansa da yazılar nasıl olsa ilgi çekmiyor” diye sadece karikatürleri bırakmış.

*** 
Sevgili okurlarım. “Domuz Yavrusu” başlığında ne kastediliyor diye sorduğunuzu hissediyorum. Yeri gelince onu da anlatacağım.
***  
Geçen hafta Eski Sağlık Bakanımız değerli ağabeyim, aile dostumuz Halil Şıvgın bey vefat etmişti. (Rabbim rahmet eylesin. Mekânı Cennet olsun) Cenaze namazı için aramızdaki en genç görünen ama kütükte en yaşlımız olan Ali Bey ile arabayı uygun yerde bırakıp Kocatepe Camiine yürüyorduk. Yürümek derken adeta maraton. 4,8 km yürümüşüz. Yolda nefes nefese yürürken bir yandan da sohbet ediyorduk. Malum uzun yollar sohbet edince kısalıyor. Yani 4,8 km sohbetle kısalmış hali.

Söz döndü dolaştı “Çocuk” kelimesine geldi. O yürüyüş maratonu sırasında öğrendim çocuk kelimesinin gerçek anlamını.

“Çocuk” kelimesi “Yavru Domuz, domuz yavrusu” anlamına geliyormuş. Türkler tarihleri boyunca mundar bir hayvanın yavrusunun ismini evlatları için kullanmamışlar. Bu kelime Mustafa Kemal’in manevi kızı Ülkü’ye hitap etmesiyle yerleşmeye ve yaygın kullanılmaya başlanmış. 

Merak eden çok farklı ve zıt bilgilerle dolu arama motorlarından kültürlerini artırabilirler. Bizim çok kullandığımız bu kelimenin aslında hiç kullanılmaması gerekir. Yerine “Bala, ogo, oğul, evlat” gibi kelimeler kullanılabilir. Aynen diğer Türki Cumhuriyetlerde kullanıldığı gibi. 
Türkçemizin başına özel olarak Çocuk kelimesinin ve benzerlerinin Türkçeye yerleşmesi için oturtulmuş Ermeni ve Yahudi dil bilimcilerin büyük gayretleri olmuştur. 

“Kaka” kelimesi de özellikle Yahudiler tarafından günlük hayatımıza enjekte edilmiş bir başka kelimedir. Yahudilere çok çektirmiş olan İslam ordularının komutanlarından Hz. Ka’kâ’ vardır. 

Hz. Ka‘ka‘ cesaretiyle tanınmış çok değerli bir komutandır. Hz. Ebu Bekir de onun cesaretinden ve yararlı işlerinden övgüyle söz etmiştir. 

Aynı zamanda şair olan Hz. Ka‘ka‘nın şiirleri daha çok savaşlarla ilgilidir. Kendisini hiç sevmedikleri ve nefret ettikleri bu komutanı aşağılamak ve hakaret etmek için necasete “kaka” ismini bizzat Yahudiler takmıştır. Her yerde özellikle kullanıp nesilleri boyunca da yaygınlaşmasını sağlamışlardır. Onların şirretliği, alçaklığı, vahşiliği ve insanlık dışı hareketleri son birkaç yılda tüm dünya tarafından da fark edilmiştir. 

Bu sebeple bu kelimelerin kullanılmaması önemlidir. 

Bilesiniz istedim. Belki de biliyordunuz veya daha önce duymuştunuz. Zaten benim bildiklerim muhtemelen sizin unuttuklarınızın zekâtı kadardır. 

*** 

Bir sabah evden çıktım. Araçla sokakta henüz hareket etmişken mahallemizden göz aşinası olduğum iki büklüm bir ihtiyar amca el kaldırdı. Durdum.

-“Beni sokağın sonuna kadar götürebilir misin?” diye sordu. Hemen uzanıp kapıyı açtım. Ancak vücut engelleri ve 2 büklüm hali arabaya kolayca girmesine mani idi. İnip araca ellerimle bindirip yerleştirdim. En fazla 300 metre gitmiştik ki durmamı istedi. Durup inmesine de yardımcı oldum.

Kundura yani ayakkabı tamir ediyormuş. Bana birkaç kere daha denk geldi. O üç yüz metrelik seyahatlerimizde de biraz konuşturdum. Yaşı 88 idi. Küçük bir dükkânı vardı. Çok fazla işi olmasa da her gün mutlaka dükkâna gidiyor, akşama kadar bir şeyler yapıyormuş. 

-“Bu kadar sıkıntıların, engellerin var iken bu zorluğa katlanıp her gün işe gitmen şart mı? Maddi sıkıntıdan dolayı mı?” diye sordum.

-“Hayır. Ben çalışmazsam, her gün işe gidip gelmezsem zaten sıkıntılı olan vücudum iyice pasifleşir. Beni o pasiflik öldürür” dedi. 

Bazı emeklilerimizin çalışmayıp, evde de (hanım dırdırından) duramayıp kahve köşelerinde çürümeleri aklıma geldi. Ortaokulda çok sevdiğim Türkçe öğretmenim Mahmut Hocam vardı. Gerçekten adı Mahmut idi. Müthiş bir öğretmendi. Öğrencilere neyi nasıl anlatacağını, derse nasıl ilgilerinin çekileceğini çok iyi bilirdi. Bazen sinirlendirirdik. Tahtada yazı yazarken, arkası dönük olmasına rağmen yaramazlığı kimin yaptığını seslerden anlar, dönmesiyle elindeki tebeşiri o öğrenciye isabet ettirmesi bir olurdu. Gene de tüm öğrencileri onu çok severdi.

Ben liseye geçtiğimde o da emekli olmuştu.

Onu bir gün bir kahvenin kapısının kenarına çömelmiş halde görmüştüm. Kravatı, ceketi yoktu. Pantolonu ise ütü yüzü görmemişti. Saygı duyduğum sevgili öğretmenimi o halde görmek bende şok etkisi yapmıştı. Ne diyeceğimi bilemediğimden mi, yoksa onu mahcup etmemek için mi bilmiyorum oradan hızla uzaklaşmıştım. 

İnsan emekli olsa da bir şeyler yapmalı. Bir şeylerle uğraşmalı. Ama makale, köşe yazısı falan yazmamalı. Zaten yeterince rakibim var. Piyasayı lütfen daraltmasınlar. Başka sektörlere uzansınlar.

*** 
Anılarla tınılarla geldik yine yazının sonuna. Bura için size tebessüm ettirecek bir şeyler buluyorum çok şükür. 

“Z kuşağı eskiden de her şeyin bu günkü gibi olduğunu zannediyor” diyoruz ya. Öyleler. Ama konumuz Z kuşağı değil “eskiler”.

 Eskiden her şey eksikti. Mesela cep telefonları çıktığında arayan numara görünmüyordu. Telefon çaldığında alacaklı mı arıyor yoksa arkadaş mı arıyor bilemezdik. Açınca sesi tanır, konuşmamızda mahsur yoksa konuşurduk. İstenmedik biri arıyorsa yırtmak için:

-“Alooo… Aloo… Kimsiniz alooo?..” diye ses gelmiyormuş gibisinden numaradan bağırır telefonu kapatırdık.

İşte o zamanlar biri diğerini ararken bir numarayı yanlış tuşlamış. 

Aranan kişi sinirli ve gergin. Aramanın yanlış olduğunu bildiği halde arayana söylenir. Arayan kişi de altında kalmaz bağırıp, çağırıp biraz da hakaretimsi mukabele eder.

Aranan adam:

-“Yanlış arayıp sonra da bana böyle bağırıp çağıramazsın! Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

-“Kimsin lan?”

-“Ben İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah!”

Karşıdaki adam duraklar. Sonra gür bir sesle:

-“Peki sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diye sorar adeta bağırarak. Emniyet Müdürü biraz şaşırarak:

-“Bilmiyorum. Kimsin?”

Yanlış arayan adam:

-“Oh! Çok şükür” der ve telefonu kapatır.
*** 
Kalın sağlıcakla. 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.