dore okulları
Malatya
10 Ekim, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    34.06
  • EURO
    37.74
  • ALTIN
    2730.4
  • BIST
    9833.22
  • BTC
    57646.840$

Güneş Gibi Açık

19 Ağustos 2024, Pazartesi 16:42
Güneş Gibi Açık

 Hamd; âlemlerin Rabbi olan Cenâb-ı Hakk'a, sonsuz salât ve selâm; aşkıyla kâinatın yaratıldığı Efendimiz'e, O'nun aziz âl ve ashâbına, nûrlu yolunun kutlu yoldaşlarınadır. 

  Kur’ân-ı Kerîm, insanoğlunu dünya ve ahiret saadetine erdirmek üzere kendisine gönderilen en büyük mürşittir.

  “Elif. Lam. Mim. Hiç şüphe yok ki bu kitap, Allah’a karşı gelmekten sakınan ve O’na karşı saygılı davranmak arzusunda olanlar için bir hidâyet, bir mürşittir.” (Bakara Suresi, 1-2.)

  Bilindiği üzere, bir sözün kıymeti, onun kimden geldiğine, kime söylendiğine ve hangi makamda söylendiğine bağlı olarak değişir. 

  Kur’ân-ı Kerîm, sonsuz ilim ve kudret sahibi, zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın olan Cenâb-ı zü’l Celâl, ve’l Cemâl, ve’l Kemâl Hazretleri’nden gelen kelâm-ı şerîftir.
Muhatabı olanlar ise, bizzat O’nun yarattığı şuurlu varlıklardır. (Eşref-i mahlukâttır.) 

  Yüce Yaratıcının, kendi yarattıklarıyla hangi makamda ve nasıl konuşacağını, onların hangi dilden anlayacaklarını bilmesi de apaçık bir hakîkâttir. 

   İşte Kur’ân-ı Kerîm’in tarzı tam da bu minval üzere cereyan etmektedir. Fakat doktoruna inanmayan, bu sebeple de kendisine lazım olan ilaçları kullanmayan bir hastanın iyileşmesinin mümkün olmadığı gibi; mürşidine inanmadığı için onun gösterdiği istikamete girmeyen, hatta yaklaşmaya dahi korkan bir kimsenin felâha (kurtuluşa) ermesi de pek tabi mümkün değildir.

  “Şüphesiz ki Allah, inanan kimseleri dosdoğru yola ileten, irşat edip hidayete erdirendir.” (Hac Suresi, 53.) meâlindeki ayete ya da aynı ifadedeki diğer ayetlere kulak tıkayanlar, akabinde içine düşecekleri bataklıktan ötürü kimseyi suçlama hakkına sahip değillerdir. 

  Kur’ân’da bu kişiler ‘kör’, ‘sağır’, hatta ‘ölü’ olarak nitelendirilmişlerdir. Kur’ân’ın insanları irşat etmek istediği en temel hususlar; başta ‘Tevhîd’, ‘Nübüvvet’, ‘Haşir’ ve ‘Adalet’ kavramlarıyla özetlenebilir. 

   Bunlar Allah’ın birliğini, peygamberlik kurumunun varlığını, ölümden sonraki hayatı ispat etmeyi, insanlık camiasında adalet ve kulluk bilincini pekiştirmeyi anlatır. 

  Kur’ân’ın imandan sonra defaatle altını çizdiği en mühim konu ubudiyet ve ubudiyetin edebi olan ‘İslâm ahlâkı’dır. 

   Zaten İslâm’ın en temel esasları olan namaz, hac, zekât ve oruç ibadetlerinin en mühim fonksiyonlarından biri de bu olup, İslâm’ın öngördüğü tüm değerleri fert ve toplum hayatının özüne yerleştirmektir. 

 Bunlardan namaz, Allah’ın uluhiyetini, azametini kalplere yerleştirmek suretiyle insanları tüm kötülüklerden alıkoyan koruyucu bir kalkan nispetindedir. İnsana, ‘kul’ olduğunu bildirir. İnsanı, kendisini yüceltme, azizleştirme belasından kurtarır. 

    Dolayısıyla Kur’ân her detayıyla tevhidi ispatlı bir şekilde ortaya koyuyor.
Kâinâtta nûr ve ışık nâmına ezelden ebede her ne var ise; ağızların tadı, gönüllerin aşkı Râsûl-ü Zişân Efendimiz (sas) hatrına ve şerefinedir. 

   Yüce Rabbimiz, O eşsiz nûrunu Tevbe Sûresi'nde öyle tanıtıyor insanlığa: "Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber geldi ki; gayet izzetli ve şereflidir." 

 Cenâb-ı Hakk, tevhîd hakikatiyle birlikte Hz. İnsan olan beşeriyete de bu sayede muazzam bir izzet ve şeref veriyor...
   Yani peygamberiniz; ‘semâdan inmiş bir melek değil; sizden, içinizden biri, kadrinizi bilirseniz’ buyuruyor. 

"Varlığın biricik gözbebeği, kâinâtın eşsiz ruhu, 124 bin enbiyânın imâmı ve peygamberi, arşın, kürsinin, levhin, kalemin, cennetlerin ve gönül nimetlerinin kendi nûrundan yaratıldığı Muhammed Mustafa'yı içinizden gönderdim ve sizi O'na ümmet kıldım" buyuruyor... 

    Nitekim, kendini tanımaktan gâfil olan, devasa bir tehlikeye karşı savunmasızdır. Kendini (nefsini) tanımayan kişi, ona muhalefet edebilir mi ki? Ona muhalefet edemeyen de enaniyetinden başka ilâh tanıyabilir mi ki? Bu yüzden olmazsa olmaz hakîkât tevhiddir. 

   Çünkü kişi, "Allah'tan başka ilah yoktur, ibadet etmeye lâyık yegane hakîkât O'dur" tasdîği ve takdîrinde bulunmadığı müddetçe; nefs-i emmaresinden bir çıkış yolu bulamaz. 

   Yüce Rabbimizin Âl-i Imrân Sûresi'nde buyurduğu üzere: "Her kim Allah'a dayanırsa; kesinlikle doğru yola iletilmiştir." 

   Bu da ancak O’nu tanımakla O’nun kelâmı Kur’ân’a kalp kulağını dayamakla mümkündür. Eşyanın hakikâtine iktiza eden gerçeğe binaen, o gönül sahibinin, hâl lisânıyla varlığının fenâ bulması ve eşyanın birbiriyle ittihasıdır. 

   Böyle gerçekleşmesi de o gönül sahibinin idrâkinde, tevhîd ile birlikte hiçbir şeyin varlığının mevcûd olmaması, dava edilmemesidir. 

   Tevhîdin tevhîd olabilmesi buna bağlıdır. Yani varlıkta açığa çıkan hiçbir şeyin Allah'ın zâtı, sıfat ve fiillerine eş, benzer ve ortak olmaması hakîkâtidir. 

   Hatta varlıkta açığa çıkan şeylere de bir vücûd verilmemesi, müstakil olmaması ve Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellîleri olduğunun tasdîk edilmesidir. Bu incelikleri ancak; Allah ve Râsûlü'nün yolunda ve istikâmetinde ittibâ edenler, Allah ve Râsûlü'nün bildirdiklerine muhalefet etmeyecek tarzda idrâk edenler anlayabilir. 

 Cenâb-ı Hakk; "Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattım" diyor.
 
“İçin…” 
Peki insan bunu nasıl anlamalı? 

  Basîr (Gören) olan Zâtı, mutlak bir intizam ve ölçüyle, mutlak bir irâdeyle, kastî bir şekilde süslenmiş, çeşit çeşit renkler şekillerle boyanıp güzelleştirilmiş tüm özenli eserleriyle kendini göstereni tanıyıp, hissetmek ‘için’; insan da gören… 

   Semî (Duyan) olan Zâtı, bilip anlamak ‘için’; insan da duyan… 

   Vedûd (Kendine aşık eden), Maruf (Kendini ilâhi vahiylerle ve tüm sanatlı eserleriyle tarif eden), Mahbûb (En yüce sevgili) olarak takdîm eden Zâtı, irâde edip, tanıyıp sevmek ‘için’; insan da seven, insan da hisseden… 

   Rahîm (Merhamet eden) Zâtı bilmek ‘için’; insan da merhamet eden… Müntakîm (İntikam alan) Zâtı anlamak ‘için’; insan da intikam alan… 
Ve hakeza… 

   Her şey; bir şey ‘için’… Erkek, dişi için. Dil, tatlar için. Burun, kokular için. Kulak sesler için. Kanatlar, uçmak için. Ciğer, hava almak için. Kalp, kan pompalamak için. İşte bu gerçekler ışığında kat’î olarak göz; bilerek, görerek, irâde edilerek, kastî olarak görmek için yapılmıştır.

   Çünkü eğer ‘için’ (mutlak bir gaye, bir amaç için yapılmak) varsa orada kesin bir şekilde; bilerek, görerek, irâde ederek, şuurunda olarak kastî bir şekilde yapmak fiili vardır. 
 ‘Yapmak’ ve ‘yapılmak’ varsa; mutlaka ve mutlaka ‘Yapan’, ‘İrâde eden’ vardır. 

    Tüm bunlar da insanı vahidiyet dairesine götürür: Allah’ın isim ve sıfatlarıyla birliğinin bütün mahlukatı ihata etmesi. Güneşin gezegenleri, dünyayı aydınlatması gibi. 
Vahidiyetten ehadiyete düşme ile yani her şeyin bir şeye boyun eğdirilmesi, ruhla bütünleştirilmesi hakikatiyle de öz sırrına erdirir. 

   Bu yüzden tabiatperest propagandalar altında cinnet geçiren, bunalan zamanımız insanına her gün, tekrar tekrar hatırlatılması gereken mühim bir hakikât budur ki: “Göklerde ne var, yerde ne varsa; Allah sizin hizmetinize verdi. Açık ve gizli nimetlerini üzerinize yağdırdı.” (Lokman Suresi, 20.) 

    Fakat bu hakikati net bir şekilde görebilmek için, insanın, önce zamanın dar bakış açısından ve kendisine dayatılan, doğru diye yutturulan sunî önyargılarından kurtulması gerek. 
 
   Batı kaynaklı eğitim sistemleri ve gerekse de iletişim ağının sistemli telkinleri ile zihinlere ve ruhlara kazınan manzara aynen bundan ibarettir. 

   Bu manzara içinde, bütün kâinat, anlşam ve amacından soyutlanmış bir vaziyettedir. Onlara göre göklerde ve yerde olanların insan ile hiçbir ilgisi yoktur. 

    Bu alemde bir toz zerresi bile etmeyen küçücük bir gezegenin üerindeki insanı kimse kaile almaz, önem vermez, merhamet etmez. 

    Yeryüzünün her köşesini dolduran ve herbiri harikulâdelikler sergileyen sayısız canlı türleri dahi bu tabiatperest görüşe göre tesadüflerin birbiri ardınca eklenmesiyle ortaya çıkmış gelişigüzel varlıklardır. 

    Fakat Kur’ân, bu kâinatı ve içindeki sayısız varlıkları, muhataplarına anlayacakları apaçık bir dille izah eder, anlatır. 
   Güneşi gösterir; “O bir lambadır”, der. O lambayı âlemlerin Rabbi sizin emrinize verdi.” 
"Hatta bir cümlede; bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, Güneş'i dahi aynı ayetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar." (Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele) 

   Hem güneşin, bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucat-ı Rabbaniyenin bir mekiği, gece gündüz sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedaniyenin mürekkebi olması... 

     Güneş'in, Cenab-ı Hakk'ın emri ile yanmasının ve sönmemesinin hikmeti... 
  Onu en zahir olarak tanıttırması ve bildirmesi... 

   Allah'ın ehadiyetine, vahdaniyetine, vahidiyetine, kudretine, onun nerede olduğuna vb birçok zor meselerin çözümü nur olan güneş misali ile halledilmiştir. 

     Bunun için Üstadımızın da Allah için "Şemsi ezeli" ifadesi kullanması manidardır. 
    Sonra yeri gösterir, “O bir beşiktir,” der. “O beşiği âlemlerin Rabbi sizin için hazırladı.” 

    Bulutları gösterir, “Bunlar rahmet müjdecisidir,” der. “Onu size âlemlerin Rabbi gönderiyor.” 

   Bitkileri gösterir, hayvanları gösterir, dağları, denizleri, gökten ineni, yerden çıkanı, görüneni, görünmeyeni gösterir… 

Yani hepsinin ilim, irâde, kast, şuur, enfüs ve afak ilişkisiyle; Allah’tan geldiğini gösterir, hepsinin insana hizmetkâr kılındığını ispatlar. 

 Bunlar Kur’ân’ın anlatışında kâinatın 2 temel kaidesidir: 

   Bu kâinatta her ne varsa, hepsi Allah’ın sonsuz ilmiyle ve kudretiyle var ettiği hikmet eserleridir. Hiçbiri boş ve anlamsız değildir. Ve onlar aynı zamanda, insan ile bizzat doğrudan ilgilidir. Bu kainatta ne varsa hepsinin muhakkak ki insan ile bir ilişkisi vardır. 

   İşte “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini Allah sizin hizmetinize verdi” ayeti de bunun akledenler için apaçık ispatıdır. Bu ifadeler aklı başında her insanı birkaç yönden ciddi sorumluluklara muhatap kılmaktadır. 

 Şöyle ki; günümüzün yaygın anlayışıyla Kur’ân’ın bu ifadeleri arasında zıtlık vardır. Onun için her şeyden önce bakış açımızı doğrultmak ve Kur’ân’a göre ayarlamakla mükellefiz. 

    Kur’ân’ı haşa dar anlayışlara göre ayarlamak asla değil. Bunun için de sözde değil; özde bir tefekkür ile ayetler üzerinde düşünülmelidir. 

    Öyle ya, bir mü’mine yakışan da Rabbinin eserlerini ve kendisine olan sonsuz lütuflarını görebilmektir. 

    Hem göklerde ve yerde olan her şeyin insana musahhar kılınması, Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri’nin bir mektubunda işaret ettiğince “ibaha” suretindedir, “temlik” biçiminde değildir. 

    İzahı şudur; insana verilen şey bu varlıkların mülkiyeti değil, kullanım iznidir. 

    Onun için, bütün bunların izni veren tarafından çizilmiş sınırlar içinde kullanılması gerektir. İnsan denilen bu aziz varlık, gerçekten de âlemlerin Rabbi tarafından muhatap alınmış, O’nun pek değerli bir konuğu olarak bu dünyada ağırlanan ve önüne kâinatın bütün varlıkları bizzat hizmet için serilmiş misafiridir. 

    İşte insana Kur’ân böyle büyük bir mevkiyi layık görüyor ve bu yüzden mukaddes bir hedef gösteriyor.

    Tüm varlığıyla Kur’ân’a teslim olmak, onun terbiyesi altına girmek, dünyasını, algısını onun değerleriyle ve anlamlarıyla anlamlandırmaktır ki; bu da ciddi bir çaba ister. 

    Hakîki bir tefekkür. “Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah sizin hizmetinize verdi” ayetindeki hitabı ciddiye almak, hakkıyla idrâk etmek ancak böyle olur. 


     Vesselâm…

Yorumlar

  • yorum avatar
    M. Hüseyin Aksoy
    19-08-2024 19:55

    Aynen öyle. Bin maşaAllah, Allah razı olsun. Kaleminize yüreğinize sağlık.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.

casibom-deneme bonusu-mariscostogo.com-concepcionbatres.com-www.charugraphics.com-www.salsamentariaelbohemio.com-imbedsoftware.com-maxtbarnes.com-www.skceunai.com-nehemiahdavid.org-wingsacademyedu.com-yawpareimages.com-