dore okulları
Malatya
24 Nisan, 2024, Çarşamba
  • DOLAR
    32.55
  • EURO
    34.92
  • ALTIN
    2431.3
  • BIST
    9645.02
  • BTC
    66421$

Kadiruşağı Köyü ve Akseki’ye tırmanış…

18 Mart 2022, Cuma 14:17
Kadiruşağı Köyü ve Akseki'ye tırmanış…

Derler ki, Kadiruşağı köyünün kaderi bundan 300 yıl kadar önce, köye gelen yabancı bir gelinin pişirdiği yemekle değişmiş… Efsaneye göre Kadiruşağı Köyü’nün bütün evlerinde hep aynı yemek pişermiş… Günlerden bir gün, köye dışarıdan bir gelin gelmiş… Gelin, köyün pişirdiği aynı yemeği değil, farklı bir yemek pişirmiş… Köyde bu söylenti yayılınca, köyün ileri gelenleri toplanmış ve ta yüzyıllardan beri devam edip gelen birlik ve beraberliklerinin bozulduğu gerekçesiyle, “Artık buralarda kalınmaz, haydi herkes toplansın, gidiyoruz! Aşımız işimize karıştı” deyip şimdiki Kadiruşağı köyünün bulunduğu yere göçmüşler…
***
Yine derler ki, seferberlik döneminde (1. Dünya Savaşı’nda), köyden 80 erkek askere götürülmüş… Bunlardan sadece üç kişi sağ kalmış… Bu üç kişi de Ruslara esir düşüp, esir kamplarında çalıştırıldıktan sonra ikisi bir yolunu bulup kaçmış, ta Rusya’dan Kadiruşağı’na yürüyerek gelmişler. Köyün bütün erkekleri askerde olduğu için, Kadiruşağı’nda tam 12 yıl hiç çocuk dünyaya gelmemiş…
****
Yine derler ki, Kadiruşağı köyü geniş toprakları ve arazileri olan bir yerleşim yeriymiş… Kıtlık ve seferberlik döneminde, aç ve susuz kalan kadınlar, hayata tutunabilmek için bir kırat una, pirince ya da fasulyeye bir tarla verirlermiş… Bu sefaleti fırsata dönüştüren Yeşilyurtlular, Kadiruşağı köyünün bütün arazilerine el koymuş…
****
Ve Kadiruşağı köylüleri derler ki, “Hem vatanımız için canımızı verdik, hem de bütün arazilerimizi kaybedip fakir düştük.”
******
Haydi başlayalım gezimize…
Ahmet Demir abimizi 20 gün kadar önce arayıp dedim ki “Ahmet abi hem seni hem de Kadiruşağı’nı özledim, yarın Dursun Pehlivan ile birlikte gelelim, sabah bir çayınızı içelim, sonra Gündüzbey tarafına doğru dağlara yürüyüş yapar geri döneriz”
Ahmet abi biraz çekimser davrandı, “Vallahi yollarımız kötü, dağlar karlı ve çamur çıkamazsınız. Üstelik muhtarlık seçimi var, millet yanlış anlar, beni dinlersen seçimlerden sonra gelin. Yoksa kapımız size her zaman açık”
Bana da mantıklı geldi. Gezimizi erteledik.
Aradan 20 gün geçti. Yok, duramıyorum, sabredemedim, tekrar aradım, “Ahmet abi artık ne olacaksa olsun, biz geliyoruz” dedim.
Ertesi günü sabah namazından sonra erkenden Pehlivan Dursun Ateş ve Bedo ile vurduk gittik Kadiruşağı'na, bir nevi yüzsüzlük yaptık. Eeee ne yapmayım, vallahi de billahi de Ahmet abimi ve köyü özlemiştim. Bir de hayalimde, Gündüzbey ile Kadiruşağı’nı birbirinden ayıran Akseyi’ye Kadiruşağı tarafından çıkmak vardı. Bunu da zaten Ahmet abime söyledim. O da dayanamadı, hadi buyrun gelin dedi.
Gittik. Ahmet abimiz, sağolsun, yengemle beraber bize mükellef bir sabah kahvaltısı sofrası hazırlamış… Bir bardak çay, bir dilim ekmek, bir parça peynir olsun yeter, dedim. Ama beni kimse dinlemiyor ki, suç bende, kendimi bu kadar sevdirmemeliydim.  Her gittiğim köyde beni ve ekibimi krallar gibi karşılıyorlar. Hepsinden Allah razı olsun.
Neyse, kahvaltı bahane sohbet şahane… Ahmet abimizle kucaklaştık, hasret giderdik, uzun uzun sohbet ettik. Ahmet abimiz bizi ağırlamaktan o kadar çok memnundu ki, sofrayı hazırlarken ki heyecanı, yüzündeki tebessümü, kalbindeki samimiyeti görülmeye değerdi. Ahmet abinin bize karşı hem gönlü muhabbet dolu, hem de sözleri sevgi dolu. Hele bir odası var ki, küçük ama dünyalar sığar. Toprak ama sanki bize saray gibi geliyor. O kadar mütevazı bir ev ki, sımsıcak, kucaklayıcı ve sevgi dolu… İnanın, Ahmet abimiz en az kendi öz çocukları kadar bize yakınlık gösterdi.
Neyse… Kahvaltı sonrası daldık muhabbete… Bedo birden atıldı, “Hey ne oluyorsunuz, dağa çıkacaktık, saat olmuş 10, haydi kalkın gidiyoruz.”
Hava güneşli, ılıman, berrak ve net… Bir gün önce taze kar yağmış, dört tarafımızı saran dağlar bembeyaz… Bu demektir ki hem tırmanıştan hem de fotoğraf çekmekten büyük zevk alacağız.
Ya Allah bismillah!
Pehlivan Dursun Ates, Bedirhan Aslan (Nam-ı Diğer Bedo) ve ben Ahmet abinin evinden çıkıp kendimizi Akseki’ye vurduk. Dursun abimiz bypasslı olduğu için tempomuzu ona uydurmak zorundayız, Allah korusun başına bir iş gelse yengemize hesap veremeyiz. Bedo da bize göre biraz daha genç ama o da antrenmansız… Fakat gördük ki, antrenmansız haliyle bile at gibi koşturuyor. Size bir ihbarda bulunayım mı, bizim Pehlivan Dursun var ya, Kadiruşaklı olmasına rağmen 45 yıl aradan sonra bu dağa ilk defa tırmanıyormuş, Bedo da yarı Kadiruşaklı yarı Gündüzbeyli olarak hayatında ilk defa bu dağa çıkıyor. Peki bu gariban Alişan, sormanıza gerek yok, ben bu dağların yalnız adamıyım. Çıkmadığım dağ bana küser.
Dağın eteğine ilk adımımızı atıp şöyle zirveye bir bakıyoruz, “Yahu ne var ki, şuncacık yer, 1 saatte çıkarız” diyoruz. Bize dağ mı dayanır? O kadar da tecrübeli olduğum, dağın göründüğü gibi olmadığını bildiğim halde niye iddialı konuştuk ki, niye kendi kendimize hava attık ki…
Çık babam çık, tırman babam tırman… Bitmiyor. Yahu hani şuncacık yerdi. Yol mu uzadı, biz tırmandıkça zirve bizden mi kaçıyor? Biz yürüyoruz da ayaklarımız geri mi gidiyor? Aha geldik derken, zirve biraz daha gözümüzde büyüyor. Saatlerce yürüyoruz, geri dönüp bir bakalım dediğimizde, “Anaaaaa şuncacık yer mi yürümüşüz!” Geldiğimiz yolu birisi makasla kesip kısaltıyor mu nedir? Yoksa yaşlandık da haberimiz mi yok. Evet, Pehlivan Dursun ve Bedo yaşlı. Ama ben? Hayır ben yaşlı değilim, ben asla yorulmam, ben asla pes etmem, ben asla ağlamam. Yorulduğumu, tıkandığımı, mecalimin kalmadığını iki yürüyüş arkadaşıma hissettirmemek için fotoğraf çekme ayağından durup durup dinleniyorum.
Ama helal olsun Pehlivan Dursun’a, ameliyatlı haliyle, ayağındaki menisküse rağmen, yemin ederim, bir gencin dayanamayacağı tempoda aslanlar gibi yürüyüp tırmandı ve zirveye Türk bayrağını dikti. Helal olsun, haydi hep birlikte Dursun Baba’yı tebrik edelim. Bedo’ya gelince, Bedo zaten çıkmak zorunda, spor adamı çünkü… Ben ise kalbimin atışındaki sesi nasıl kısabilirim telaşı içindeydim… Ya kalbimin küt küt atışını duyarlarsa, ya karizmayı çizdirirsem, ya artık yaşlandığımı anlarlarsa, ya beni bütün millete deşifre ederlerse… Allah’tan ki korktuğum başıma gelmedi, zirveye çıkmanın heyecanı ve sevinci içinde benim bünyemdeki depremden haberleri bile olmadı. Yaşasın kurtuldum! (Aramızda kalsın, yürüyüş ekibime söylemeyin)
Zirveye çıkana kadar Bedo en az on defa bize teşekkür etti: “Ne iyi ettiniz de beni bu geziye davet ettiniz. Allah razı olsun.”
Bu gezi Bedo için daha anlamlı… Neden? Çünkü Bedo’nun annesi Kadiruşaklı babası Gündüzbey’li… Ve tırmandığımız bu dağ Gündüzbey ile Kadirşuağı arasında… Zirveye çıktığınızda bir yanda dünyanın en güzel köyü Gündüzbey (anne diyarı) öte yanda mahzun, garip ve çileli köyü Kadiruşağı (baba ocağı)… Duygu yüklüydü Bedo, dokunsan ağlayacaktı, o kadar mutlu oldu ki, fakat bazen de dalıp dalıp gidiyordu. Acıları, hüzünleri aklına geliyordu, 6 aylık iken annesi Elazığ’da vefat etmiş, oraya defnetmişler, mezar yeri de kaybolmuş… Annesiz büyümek ne demek? Dua edecek bir mezarı bile yok… Bedo dağ başında adeta belki de işte yüreğinde derin izler bırakan bu acı dolu günleri hatırlıyor, içten içe büyük bir sızı yaşıyordu. Bu soğuk dağ başında sinesini ateş gibi yakan anıları gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Bedo, beyazlara bürünmüş dağların ortasında, zirvede, adeta karalar bağlıyordu. Annesini hiç görememek…
Evet, ama yine de mutluydu. Beyazlar, karlar, temiz hava, yürüyüşteki manzaralar Bedo’yu ve Pehlivan Dursun’u mutlu etmişti.
Zirvede çocuklar gibi şendik. Yaşlıydık ama içimizde hiç ölmeyen çocuğu da zirveye çıkarmıştık. Bağırıyor, karlarda yuvarlanıyor, düşüyor, kalkıyor, türkü söylüyor, havalarda uçuyorduk. Bir dağ tırmanışı bu kadar mı insanı mutlu eder.
Ben demiştim size dağlar çağırdı mı gideceksiniz.
Ucunda ölüm de olsa, kalbiniz duracak da olsa, bir kayanın üzerinden düşüp ayağınız kırılacak da olsa, yuvarlanıp bir dere içine düşecek de olsanız… gideceksiniz. Dağlar bir sevdadır, bir özgürlük türküsü, muştudur, müjdedir, temizliktir, yeniden doğuş, çocuksu bir sevinçtir.
Biz de öyle yaptık. Dağların sesiz davetine icabet edip Akseki zirvesinde hayatımızın en güzel ve mutlu anlarını yaşadık. Her birimizin ya sağımızdaki köyde ya da solumuzdaki köyde unutulmaz acı tatlı anıları vardı.
Akseki öyle bir yerde konumlanmış ki, Beydağı önümüzde eğilip selam veriyor, Akseyi’ye hürmetlerini iletiyor. Ta Elazığ, Sivas, Adıyaman ve Kahraman Maraş sınırları görünüyor. Burada baharın çıkıp çadır kuracak en az bir gece geçireceksiniz. Şimdi tepede şiddetli ve soğuk bir rüzgar var. Fazla oyalanmadan bir an evvel inişe geçmemiz lazım. Çünkü Cuma namazı vakti ve namaza kavuşmamız lazım.
Şimdi işte bu noktada Şeyh Hasan’ın oğlu olarak kerametimi göstermenin zamanı gelmişti. Zirvede saat tam 12.00… Güneş tepemizde… Üç saatte tırmanmıştık. Geriye dönüş iniş olduğu için daha erken varabilirdik. Hesap ettik, “Eyvah namaz kaçtı” dediler. Dedim merak etmeyin, ben sizi uçururum. İnanmadılar tabi… Zamanı uzatacak halim yok, ezanı da geciktiremem… Tek çare ekibi farkına varmadan arkadan üfürerek uçurmaktı.
Önde Bedo, ortada Dursun Pehlivan, en arkada ben… Füüüüüüüüüüüüüüü!
Öyle bir uçarak iniyorlar ki, saat tam 12.45’de, Kadiruşağı meydanındaki çeşmenin başında abdest alırken buldular kendilerini… İmkânsız denilen namaza kavuşmuştuk. Bu bir mucizeydi, kendilerini buraya kim getirmişti. Ben tabi sesimi hiç çıkarmadım. İyi şeyh oğlu kerametini belli etmez. 
Namaz sonrası Ahmet abimizin evine tekrar misafir olduk, sizi aç bırakmam dedi, otantik ve şark köşesini andıran odasına tekrar geçtik. Sağolsunlar bir öğlen yemeği ziyafetinden sonra artık gezimizin sonuna gelmiştik.
Bu gezimizde bize ev sahipliği yapan, bizi ağırlayan, gönlünü ve kapısını açan sevgili ağabeyimiz Ahmet Demir’e, yenge hanıma, gezimizi renklendiren Bedo’ya ve Pehlivan Dursun’a kucak dolusu sevgiler, teşekkürler…
***
Notlar:
Kadiruşağı’na, Yeşilyurt ilçesinin merkezinden giriyorsunuz. Köyün merkezine varmadan önce Şabandede adıyla bir mevkie varıyorsunuz. Burada zamanında Ermeniler yaşadığı için, hazine olduğuna dair söylentiler dolaşırmış… Bu yüzden birçok hazine avcısı bölgede kaçak kazılar yapmış…
Acı dolu hikâyelerin yaşandığı Şabandede’yi geride bırakıp İnek Pınarı’na doğru yol alıyoruz… Bir zamanlar kaynağından çıkan suyla bütün bir Kadiruşağı vadisi hayat bulurmuş… Zamanında şehir halkı akın akın buraya gelir, söğüt ya da bir dut ağacının altında piknik yaparmış… 10 yıl kadar önce su çekilmiş, pınarı kurumuş, adeta savaştan çıkmış gibi bir hali vardı. Her yer plastik ve şişe atıklarıyla kirletilmişti. Fakat bu yıl kar yağışı ve yağmurdan dolayı İnek Pınar’ı erken patlamış, gürül gürül akıyor. Fakat çevre yine pislik içinde, düzen intizam yok, bakımsız ve kendi kaderine terk edilmiş. Devletimiz, belediyemiz nerede?
Dışarıya göç veren köyün sadece 100 hanesi kalmış… Köyde yaşayan nüfusun büyük çoğunluğu da yazın Malatya’daki evlerine gittiği için, nüfus kışın neredeyse yarıya düşüyormuş…
Kadınları, kızları, çocukları, yaşlıları… son derece cana yakın, sevecen ve misafirperver… Hangi kapıyı çalsak, kimin eşiğine otursak, yolda kimi görsek izzet ikram ve sıcak sohbetle bizi karşılıyor, büyük ilgi ve alaka gösteriyorlar.
Fadey teyzeler, Saim Çolak hocalar, Tarar’lar, Bektaş dayılar, Hanif amcalar, Yunus ve Orhan abiler… Bağda, bahçede çalışan, yaylaya göçmeye hazırlanan Kadiruşaklı aileler ikramda o kadar ıslar ettiler ki, nerdeyse Ahmet abinin evinde hazırlanan yemeği yemeye yerimiz kalmadı.
Bir kapı eşiğinde oturmuş ya güneşlenen ya da elinde çığları ile ip çorap ören yaşlı kadınlar size öz evladı gibi sarılıyor ve dua ediyor. Samimi muhabbetleri yüreğinizde aksiseda buluyor.
Kadiruşağı köyü, bütün terkedilmiş haline, gördükleri üvey evlat muamelesine, yedikleri darbelere, uğradıkları haksızlıklara rağmen asaletlerini yitirmemiş, karakterlerinden asla taviz vermemiş…
Bu gezimiz sırasında Kadiruşağı’nın karakteristik bir özelliğine de şahit oldum. Kadiruşağı’nın tarihten gelen bir alışkanlığı bugün hala geçerliliğini sürdürüyor. Kadiruşaklı eskiden beri hep aynı işi yaparlarmış… Dediklerine göre bu birlik ve beraberliğe, ortak güce, dayanışmaya delalet ediyormuş. Eskiden herkes hep aynı yemeği yaparmış, bir ara herkes aynı anda kayısı dikmiş, şimdi de herkes besi damı yapıyormuş… Malatya’ya göçen Kadiruşaklı esnafın hemen hemen hepsi pamukçu, yüncü ve iplikçi imiş… Şimdi beyaz eşya satıcıları olduğu gibi…
Kadiruşağı…
Osmanlı’nın sadık ve vefakâr köyü…
Hem mazlum, hem mağdur hem de asil…
Güreşçisi pehlivan, esnafı dürüst, çiftçisi çalışkan, çocukları zeki, inekleri bile korkusuz…
Bütün erkeklerini er meydanına sürecek kadar fedakâr, harama ve haksızlığa tevessül etmeyecek, kendi hakkını yiyenlerden intikam almayacak kadar asil…
Kadiruşağı insanındaki temizlik ve saflık bir çocukta bile az bulunur.
Bize Osmanlıyı hatırlatan ve yaşatan bir köy…
Sanki tarihin içinden, zamanın küllerinden dirilip gelmiş gibi…
Osmanlı insanını tarihten ve kitaplardan değil de, yaşayan bir köyünden öğrenmek istiyorsanız, Kadiruşağı orada, Akseki dağının öteki yanında…
Sizi bekliyor.