dore okulları
Malatya
19 Nisan, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.59
  • EURO
    34.84
  • ALTIN
    2512.6
  • BIST
    9693.46
  • BTC
    64261.49$

Kemâlât-ı İnsaniye

03 Eylül 2021, Cuma 11:42
Kemâlât-ı İnsaniye
 





Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla,

Sonsuz hamd, nihâyetsiz senâ ancak O’nadır.

Sonsuz salât, sonsuz selâm, O'nun sonsuz azâmeti miktarınca ahsen-i takvîm olan Habib-î Hüdâ, Râsul'ü Kibriya Efendimiz'e, O'nun al ve ashabına, sevdiklerinedir.

İnsan-ı kâmil; beden ve ruh, akıl ve kalp bütünlüğüne, birliğine erişmiş, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine tevfik, hidâyet ve inâyet bahşettiği kişidir.

İnsan-ı kâmil'in tasdikince, o birlik ve bütünlüğün ancak Zât-ı Azimü'ş-şân'a verilmesi, O'nunla bir olup, yalnız O'nunla diri olunması şuurudur. Vahdet-i vücûd'u (varlığın birliğini) dava etmek; vahdet-i mevcûd (varların birliği) perdesinin ötesine geçmekle, işin hakikâtine râm olup, samimi bir teslimiyet hâlidir.

Nereden gelip, nereye gittiğini fark eden, tefekkür eden akıl, hakikâtle yüzleştiğinde, onu idrâk süzgecinden geçirdiği tasdîkiyle bilindiğinden ve irâdesini harekete geçirerek Hakk'a teslim olduğundan, samîmiyet ve mahviyetle, o kemalât noktasında, insanî sahadadır.

Aklın sahasıyla aşkın sahası arasındaki farkı farkedebilmek ve bu irâde ve yönelişle aşkın ulvî sahasına terfi edebilmek elbette ki kâinâtın hülâsası, yaratılmışların en şereflisi olan Hz. İnsan'ın erişebilecegi bir makâmdır.

Maddeden ziyâde mânâyı akletmenin, aşkı akıl çerçevesinde görmenin hikmetlerinden biri de; o çerçeveden görülemeyenleri, aşktan zuhur eden iştiyâkla kendisine, Lâtif olan Allah'ın lûtfetmesidir.

Vehhâb-ü Kerîm neler ihsân etmez ki... İnsan bu âlemde dünya saltanatını dahi istese geri çevrilmez. Çok isterse, samîmi bir kalple isterse murâdına nâil olur, erişir.
Gerçekten isterse.

Ki duânın kendisi bizzat ibâdettir. Hz. İnsan'ı, zâtına muhatap kılan Rabb'ül Âlemin, kendi lisânıyla Kur'ân-ı Kerim'de Furkân Suresi 77. ayetinde öyle buyuruyor; De ki: "İbâdetiniz (duanız) olmasa Rabbim size ne diye değer versin?"

Duâya yönelen mabûduna fiilen hiçbir şey gösteremese dahi hâli lisânıyla şunu arz eder:
Allah'ım, Sana yöneldim, kalbimi ve elimi açtım. Ben ki Senin aciz, hatalı, mahcup kulun, Sen ki benim sonsuz rahmet ve mâğfireti bol, tüm eksiklikliklerden münezzeh, merhameti nihâyetsiz azâmet ve kudret sahibi Rabbimsin, mabûdumsun, mahbûbumsun,
matlûbumsun, maksûdumsun. Sonsuz istek ve arzular ancak Sende cevap bulur. Senin bana müsââde ettiğin ölçüde, dilediğin kabiliyette, izin verdiğin nisbette Seni idrâk ediyor, Sana kulluğumdaki acziyetimle, fakriyetimle, cehliyetimi arz ediyorum. Seni hissediyorum, aklımla tahkîk, kalbimle ve ruhumla tasdîk ediyorum. Sana inanıyor, Sana dayanıyor, Sana güveniyor, Senden istiyor ve yine Seni istiyorum.

Beni kabul et...

Böylelikle Hz. İnsan, Cenâb-ı Zülcelâl ve Tekaddes Hazretleri'ne duâsıyla bu âleme gönderiliş gayesine uygun bir hâlet-i ruhaniyeye bürünür.

Ne kadar ibretlidir ki; O Mütekebbir'ül Ekber, yine yüce Kur'ân-ı Kerîm'inde şeytanın kovulması cihetini ibret nazarlarımıza, akıl ve kalplerimize beyân ederek teşkîl-i misâl veriyor. Hani şeytan mühlet istiyor da Hazreti Allah'da ona istediği mühleti veriyor ve buyuruyor ya: "Seni hemen helâk etmeyeceğim." Şeytân aleyhi'l-lâ'ne (şerrinden Allah'a sığınırız) dahi O'na hâcetini arz ediyor ve o dahi istediğini alıyorsa; duâsının kabul edilmediğini düşünen, umutsuzluğa düşen bir insan nasıl kendini mü'min ve teslim olmuş bir kul olarak addediyor?

Binaenaleyh, insan ile Hz. İnsan arasında ne muazzam bir incelik var!

Va esefâ ki; insan, şahsi arzu, heves ve isteklerini, fiiliyât mesâbesinde nefsine teslim ettiğinde, esfel-i safilin derecesine düşüyor.

Ne bahtiyârlık ki; Hz. İnsan, Rabb'ül Âlemin'in emri üzerine, beyân ettiği ölçülerde, razı olacağı tarzda, şahsi hissiyat ve telâkkilerini, O'nun emir ve nehiyleri karşısında gözünü kırpmadan kurban ederek kâmil-i insan, eşref-i mahlûkat mertebesine yükseliyor.

Tam da İslâm'a ihlâs ile teslimiyet bu demek...

Zirâ ihlâs, insanın kendini razı ederek kendince teslimiyeti değil; bilâkis "Allah razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok, Allah kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok" kabilinde bu şuurla, Cenab-ı Hakk'ı murâd ettiği şekilde razı ederek ve O'nun dilediği tarzda teslim olmasıdır.

O Allah ki kâinâtı, şu âlemi, güzelliğinin bilinmesi, tecelliyâtının nice âlemlerde zâhir olması murâdıyla halk etti. Zâtına muhatap kıldığı Hz. İnsan'ı, hilkâti (yaratışı) ve Hâlik-i Hakîki'yi (hakîki Yaratıcı) idrâk edip tasdîklemesi adına halîfe ta'yîn ederek nice gerçekleşmesi hak olan vââdine musahhar, müjdesine lâyık kıldı.

Kullarında tezâhür eylemesi için, lûtfeylediği müşahede kabiliyetiyle de isim ve sıfatlarına şahit olunmasıyla, zâtının bilinmekliği murâdını aşikâr etti.

"Bana dua edin ki duanıza icabet edeyim" diye müjdeledi; Rabb-i Zülcelâl-i Ve'l İkrâm, Mü'min suresi 60. ayetinde...

Duâya başlandığı ân, aslında Cenâb-i Hakk, bizi tüm hata ve eksikliklerimize rağmen her halimizle kabul ettiği, huzuruna buyrettiği ân olduğunu ilân etti.

Nitekim akıl, ilâhi takdîre teslim olmadıkça, emirlere boyun eğmedikçe, Hakîm-i Mutlâk'ın sonsuz hakîmiyetini tasdiklemedikçe, huzurda hata yaptığını kabullenip, kendini yok kabul etmedikçe dertlerine dermân bulamaz.

O dermâna erişenler bilir ki; Allah-ü Teâlâ her seye kâdirdir. O'ndan isteyen, O'na yönelen kişi O'nu tevhîd ederek ulûhiyetini dava etmiş olur. Böylelikle emâneti ehline, hakkı Hakk'a teslim etmiş, dileğine erişmiştir.

Kendi benliğınden, enâniyetinden ferâgât etmiş, O'nun varlığı ve birliğinde tüm vehimlerini, ikiliklerini eritmiştir. Gölgelerden aslına temerküzüyle, imân nûru ve muhabbet-i ilâhi ile pür nûr olan kalbin, nefse tâbi olmaktan korunmasıyla ve nefsi nûrdan nasibdâr kılınmasıyla da kemâl derecesine terakki etmiştir. 

Madem ki insan, hâdiseleri te'vîl eder, Hz. İnsan ise hâdiseler karşısında kendisini te'vîl eder; öyleyse sözün özü söylenmiş, bize söyleyecek söz kalmamıştır.

Vesselâm....