dore okulları
Malatya
09 Mayıs, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.24
  • EURO
    34.87
  • ALTIN
    2422.0
  • BIST
    10268.58
  • BTC
    62091.92$

Kınalı Kuzular

01 Eylül 2023, Cuma 15:41
Kınalı Kuzular

Güz geldi. Malatya’da kışlık erzak ve yiyecek hazırlıkları başladı. 
İşte sizlere Malatya da kışlık kavurma hazırlığıyla ilgili bir öykü.

Evin iki kanatlı tahta kapısından içeriye iki kuzuyu sokmaya çalışan babasını gören çocuklar, avludaki oyunlarını bırakıp kapıya koşuştular. Hemen kuzuları içeri almaya yardım ettiler. Nihat sevinçle babasına sordu:  
    
-Babacığım, bu kuzular bizim mi? Bize mi aldın?

-Evet oğlum, kuzuları size aldım. Yaz tatilinde bu kuzulara bakacak, her gün otlatıp besleyeceksiniz. Okullar açılıncaya kadar, bunlar besili kocaman birer koç olmalılar. 

 “Mee, mee,” diye bağıran kuzuları kucaklarına alarak evin uzun avlusunun Yıldız Hamamının arka duvarına bitişik kısmına götürdüler. Bir koşuşturmadır başladı evde. Kuzu ağılı için gerekli malzemeler hazırlandı. Tahtalar testere ile aynı boyda kesildi. Parmaklık şeklinde sıralanarak, aralarından kuzuların geçemeyeceği sıklıkta çakıldı. Ön tarafa yine parmaklık şeklinde bir de kapı yapıldı. Kuzuların evi çabucak hazırlandı. İkisini de içeri aldılar. Bu sırada evin hanımı da geldi yanlarına. 

-Kolay gelsin, ne yapıyorsunuz? Ah ne güzelmiş bu kuzular, ne sevimliler. 

-Sağol hanım. Kavurmalık aldım.

-Yapma bey, bunlar küçücük. Eti ne, budu ne bunların? 

-Şimdi kesmeyeceğiz. Sonbaharda keser kışlık kavurmamızı yaparız. O zamana kadar bunlar kocaman etli butlu birer koç olurlar. Nusret Ustanın amacı belli olmuştu. Kışlık kavurma maliyetini ucuza getirmek için işe, kuzuları yetiştirmekle başlamıştı. 

O da kendince haklı sayılırdı. Aile kalabalık olunca masraflar da artıyordu. Sümerbank Fabrikasından aldığı usta maaşıyla idare etmek gerekince, böyle çözüm yoları da aranıyordu.

-İyi güzel de bunlara nasıl besleyip bakacağız üç-dört ay? Dedi hanımı. 

-İlkokullar yaz tatiline girdi hanım. Çocukların bir işi yok. Her gün sıra ile tren yoluna götürüp oradaki çayırda otlatırlar. Onlar bakıp büyütürler, sen hiç merak etme. Haydi çocuklar, kuzular susamıştır su getirin de içirelim, dedi. Sonra da Nihat’a dönerek: 

-Oğlum çarşıya git, dört demet yonca al, kuzulara yedirelim, karınlarını da doyursunlar. Yarından itibaren her gün tren yoluna götürerek otlatırsınız. İyice besleyin onları. Tamam mı? 

    Nihat, babasının uzattığı parayı kaptığı gibi, hemen zahire pazarının oradaki yoncacının yolunu tuttu. Suat bir leğene doldurduğu suyu kuzuların önüne koydu. Susamıştı kuzular, ikisi birden içmeye başladılar. Fırat ile Murat kuzuların su içişini, ilgiyle izlediler. 

Çok geçmeden Nihat kucağında yoncalarla koşarcasına eve geldiğinde, kardeşleri hala kuzuların başındaydı. Kız kardeşi Melahat da gelmiş onları izliyor, kuzuların pamuk gibi bembeyaz tüylerini okşuyordu. Yoncaları, taa karşıdan gören kuzular melemeye başladılar. Acıkmışlar, biran önce yemek için sabırsızlanıyorlardı. Hemen yoncaları önlerine koydular.

  Karınlarını iyice doyurunca, kalan yoncaları da sonra yesinler diyerek, demetiyle parmaklığa bağladılar. Çocuklar hava kararıncaya kadar kuzuların başından ayrılamadılar. Kapsının önüne de büyükçe bir taş koydular, kuzular itip dışarı çıkmasınlar diye. 

Sonrada hep birlikte eve gittiler. Sabah kahvaltısını yaparlarken avludaki kuzuların sesi duyuldu. Acıkmış olmalılar ki durmadan melemeye başladılar. Nihat ile Suat çabucak kahvaltılarını yapıp koşarak kuzuların yanına gittiler.

-Bizi mi çağırıyorsunuz? Acıktınız mı? Yoksa özlediniz mi bizi? Geldik işte. Şimdi sizi otlağa götüreceğiz. Siz de kahvaltınızı yapacaksınız.

Kuzuları sokağa çıkardılar. Nihat kuzuların önünde yürüyerek onları çağırıyordu. Suat da arkalarından ellerini birbirine vurup ses çıkartarak korkutup yürümelerini sağlıyordu. Antepli sokağından çıkıp, iki sokak aşağıdaki tren yoluna geldiklerinde yeşillikleri, çimleri gören kuzular koşarcasına daldılar içlerine. Burası kocaman ağaçların bulunduğu geniş bir çayırdı. 

Çayırın tam ortasında sonlanan tren yolu vardı. Kentin biraz dışındaki tren istasyonundan, kent merkezine yolcu taşıyan banliyö treni yolcularını burada indirir, buradan alacağı yolcularla tekrar istasyona dönerdi. Sümerbank fabrikasının işçileri de bu banliyö treni ile işe gidip gelirlerdi. 

Yöre çocuklarının oyun alanıydı burası. Bilye oynarlar, taşlardan kale yapar futbol oynarlar, yakan top, yedi taş gibi çeşitli oyunlar oynarlardı. Nihat ile Suat bir ağacın altına oturdular. Gözleri kuzuların üzerinde! Mahallenin çocukları da yavaş yavaş tren yoluna gelmeye başladılar. Kuzuları görenler hemen etrafını sarıyor, sevmek, bembeyaz tüylerini okşamak istiyorlardı. Onlar toplandıkça kuzuların keyfi kaçıyor, rahat hareket edemiyordu.

 Nihat, arkadaşlarını kuzuların yanından uzaklaştırmak için yedi taş oyunu oynamayı önermişti. Öneri hemen kabul edildi. Tüm çocuklar iki gruba ayrılarak oyuna koyuldular. Üst üste dizilen 7 yassı taşın topla yıkılması, kaçışmalar, ebenin rakiplerini topla vurmaya çalışılması, vurulmadan taşların tekrar üst üste konulma çabaları, topla vurulanların oyundan çıkması, yeniden oyuna başlamalar, yer değiştirmeler sürüp gitti. 

Öğle oluyordu, çocuklar da iyice yorulmuştu. Bıraktılar oyunu. Öğle yemeği için kuzuları da alarak tekrar evin yolunu tuttular. Evde su verdiler kuzulara. Kendileri de karınlarını doyurdular. Öğle yemeğinde yenen karpuzun kabuklarını Nihat küçük küçük doğrayarak kuzulara götürdü. Çok sevdi kuzular karpuz kabuklarını. Minicik dişleriyle “kıtır kıtır” yediler. Öğle sıcağında çıkmadılar dışarıya. Hava biraz serinlesin diye beklediler.

İkindi vakti kuzuları tekrar dışarı çıkardılar. Tren yoluna götürürken, Fırat da takıldı onların peşine. Üç kardeş birlikte götürdüler. Nihat, Tommiks-Teksas kitaplarını da yanına almıştı. Yine bir ağacın gölgesinde oturdular. Kuzular otlarken, onlar da çizgi roman kitaplarını okumaya başladılar. Getirdikleri kitapların hepsini sırayla, değişe değişe okudular. Akşamüzeri eve dönerken kuzuların iyi beslenmiş olduğu, tıka basa doydukları karınlarının iyice şişmiş olmasından belli oluyordu. Akşam eve gelen babası kuzuları görünce: 

-Aferin çocuklar. Kuzulara iyi bakmışsınız. Böyle güzel bakarsanız iki üç aya kalmaz kocaman olur bunlar, diyerek çocuklarını kutladı. 

Hafta boyunca, iki kardeş birlikte otlattılar kuzuları tren yolunda. Bazen Fırat da katılıyordu abilerine. Onlar kuzulara alışmışlardı, kuzular da onlara. Kuzular eve gidip gelirken artık hiç zorluk çıkarmıyor, sağa sola kaçmadan, uslu uslu yürüyorlardı arkalarından. 

İlk zamanlar öyle miydi? Nerede bir açık kapı görseler dalıyorlardı içeri. Evin yolunu da öğrenmişlerdi. Bıraksan kendi başlarına bulacaklardı kapıyı. Nihat kardeşine: 

-Kuzular nasıl olsa evin yolunu öğrendiler, birlikte götürüp getirmemize gerek yok. Uslu uslu gidip geliyorlar. Birkaç gün sen yalnız götür, daha sonra da ben götürürüm. Sıra ile otlatırız, dedi. Suat da kabul etti bu öneriyi. Bir ay boyunca sırayla otlatmaya götürdüler. Bazı günler Fırat da eşlik etti abilerine. Kuzular bir ayın sonunda bir hayli büyümüşler, ağırlıkları iki katına çıkmıştı. Artık çocuklar kucaklarına alamıyordu onları. Minicik boynuzları da uzamaya başlamış, bir karış olmuştu. Zaman zaman birbirleri ile kavga da eder olmuşlardı. Karşı karşıya geçip, kafa kafaya vererek, boynuzları ile birbirlerini ittirirlerdi. Belki de birbirleri ile güreşiyor, güçlerini deniyorlardı. Uzadı mı bu güç denemesi, çocuklar ayırırdı onları.
 
Günler birbirini kovalıyor, Nihat ile Suat sırayla kuzuları otlatmaya devam ediyordu. İki ayın sonunda, artık onlar Kuzuluk tan çıkmış uzun uzun, kıvrık boynuzlu, erişkin birer koç olmuşlardı. Babası, koçları son gördüğünde:

 -Aferin çocuklar. Çok iyi bakıp besliyorsunuz. Maşallah çok çabuk geliştiler. 10-15 gün daha bakın tamam, dedi. 

Çocuklar, babasının “Tamam” sözünden, kasabın gelmesinin yakın olduğunu anlamışlardı. Besleyip büyüttükleri kuzuların, kesilecek olmalarına canları sıkılmıştı. Aylardır onlarla arkadaş gibi olmuşlardı. Sokakta yürürken hiç peşlerinden ayrılmıyor, otlakta bile biraz uzaklaşsalar, onlara taktıkları isimle çağırarak “Karagöz gel buraya, kınalı gel buraya” dediklerinde sanki onları anlıyormuşçasına bir koşuda yanlarına geliyorlardı. 

O gün öğlenden sonra, Suat götürüyordu koçları tren yoluna otlatmaya. Hava sıcak mı sıcak! Gölgelerden yürüdüler. Tren yolu çevresi bomboştu. Hiç çocuk görünmüyordu ortalıkta. Herkes öğlen uykusuna mı yatmıştı ne? Çimlerin bol olduğu bir yerdeki ağacın gölgesine oturdu. Koçlar otları iştah ile yerken, Suat da onları izliyor, yakında kesilecek olmalarını düşündükçe canı sıkılıyordu. Çok geçmeden bir ağırlık çöktü üzerine. Uykusu da gelmişti. Baktı ki karınlarını doyurmuş olan koçlar da gölgede, yan yana uzanmış dinleniyor, o da uzandı ağacın gölgesine. Ağırlaşan göz kapaklarını açamaz olmuştu. Uykuya daldı.

Ne kadar zaman geçti? Ayırdında değildi. Uyudukça uyumuştu. Koçun melemesi uyandırabilmişti onu. Devamlı meliyordu. Birden doğruldu. Gözlerini ovuşturarak etrafına bakındı. Güneş, karşı tepelerin arkasından kaybolmak üzereydi. Hemen toparlanıp kalktı. Birde ne görsün? Koçun biri ortalıkta yok! Diğeri yalnız kaldığı için devamlı melemekte. Eyvah! Nereye gitti acaba? Bir sağa, bir sola koşuşturdu, çevreye bakındı yok, yok. Birisi mi götürmüştü? Yoksa kendisi mi uzaklaşıp kaybolmuştu? Çalmış olsalar ikisini de götürmezler miydi? Şaşırmıştı, şaşkın şaşkın etrafa bakınıyordu. “Ne yapacağım ben şimdi? Ne diyeceğim babama? Aylarca bakıp büyüttük, onca emeklerimiz boşa mı gidecek? Nasıl olur da ben koçu kaybederim?” diyerek; hırsından, üzüntüsünden, korkusundan ağlamaya başladı. 

Gözlerinden sicim gibi yaşlar akıyordu. Çaresizdi. Yalnız kalan koçun yanına gitti. O da arkadaşını kaybetmenin verdiği duyguyla olsa gerek, hala meleyip duruyordu. Boynuna sarıldı, onunla konuşmaya başladı: 

-Karagöz nerede? Nereye gitti arkadaşın? Sende mi görmedin? Sende mi uykudaydın? Ne yapacağız onsuz şimdi? 

O sırada kardeşinin bu durumunu gören Nihat, gizlendiği çalılıkların arkasından çıkarak Suat’ın yanına geldi.

 -Neyin var? Niçin ağlıyorsun? 

-Koçun biri yok, kayboldu. Her tarafı aradım bulamadım. Belki de biri alıp götürdü! Baktı ki Nihat, kardeşi çok üzülüp ağlıyor, daha fazla dayanamayıp gerçeği söyledi:

-Haydi, haydi. Sus bakayım, koç kaybolmadı. Akşam olup eve dönmeyince merak ettik. Fırat’la birlikte sana bakmaya geldik. Baktık ki sen de uyuyorsun, koçlar sahipsiz, başıboş duruyor. Sana bir oyun oynayıp, ders vermek istemiştim. Sen de çok korktun. Koçu biz sakladık. Fırat onu sokağın başına götürdü. Bizi orada bekliyor. 

Oh be, Suat rahatlamıştı. Demek kaybolmamıştı, çok sevindi. 

-Çok şükür kaybolmamış, rahatladım şimdi. Alışmıştık onlara. Onca verdiğimiz emekler, her gün otlatmalarımız da boşa gitti diye çok üzülmüştüm, dedi ve ağabeyinin yaptığı bu ağır şaka için sitem etti ona: 

-Hiç böyle şaka yapılır mı? Ben de birisi aldı götürdü sandım. Çok korktum. Bana nasıl böyle bir şaka yaparsın? Üzüleceğimi hiç düşünmedin mi? 

-Neyse, kusura bakma. Özür dilerim. Senin bu kadar panikleyeceğini, üzüleceğini, ağlayacağını tahmin edemedim. Demek ki koçları sen de çok seviyormuşsun. Ama bu, gerçek de olabilirdi. Senin uyuduğunu gören birileri, ikisini de alıp götürebilirdi. Neyse bu sana ağır bir ders oldu. Haydi, daha fazla gecikmeden eve gidelim, diyerek kardeşinin koluna girdi, yürüdüler. Hep birlikte evin yolunu tuttular. 


Aradan on beş gün daha geçti. Akşam yemeğinden sonra çocuklar odada kendi aralarında oyun oynarken, babaları da divana oturmuş kahvesini yudumluyordu. 

-Bu pazar günü kasabı çağırayım mı hanım? Diye yanında oturan eşine sordu.

-Sen bilirsin bey. Zaten öbür haftaya okullar da açılıyor. Kavurma işini halletmek lâzım bir an önce, dedi. 

-Tamam. O gün ben de evde olacağım. Kasaba da söyleyeyim pazar günü gelsin. 

Bu konuşmaları duyan çocukların neşeleri kaçtı. Oyunu bırakarak babalarının etrafını sardılar. 

-Baba, koçlar kesilecek mi? Kesilmelerini istemiyorum, yazık onlara.

 -Evet baba. Onlar bizim arkadaşımız. Çok seviyoruz onları. 

-Aylardır baktık, besledik, büyüttük. Ne olur kasabı çağırma. Onlara kıymayalım.

 -Evet baba, evet. Ne olur kesmeyelim. Ölmesinler, yaşasınlar. 

Baba şaşırmıştı, Kuzuların kavurma olacağını baştan söylemişti. Çocukların bu tepkisini beklemiyordu. Onları ikna etmeye çalıştı: 

-Çocuklar durun bakalım, koçları kesmemizi istemiyorsunuz ama, biz et yemeyecek miyiz? Nasıl sağlıklı ve dengeli besleneceğiz? Temel besin maddelerimizden biri de ettir. Kavurma yapmasak, kışlık et ihtiyacımızı nasıl karşılayacağız? Bakkaldan almayla baş edilir mi?

Çocuklar üzgündü. Ses çıkarmadılar ama, hiçbiri de hoşnut değildi bu karardan. Kasabın gelmesini istemiyorlardı. Nasıl yerlerdi büyütüp arkadaş oldukları bu koçların etini? Boğazlarından geçebilir miydi? 

Pazar günü sabah kasap çıka geldi. Bıçakları, satırı belindeki kemerde sıra sıra diziliydi. Çocuklar onu görünce üzüldüler. Kasap avlu kapısından içeri girerken, Nihat ile Suat kendilerini dışarı attılar. Olacakları görmek istemiyorlardı. Babası seslendi arkalarından: 

- Çocuklar durun. Siz de yardım edin. Nereye gidiyorsunuz? 

-Tren yoluna gidiyoruz baba. Her günkü gibi! 

Baba suskun kaldı. Koçları da götürün diyemedi. Baka kaldı arkalarından. Çocuklar evden kaçarcasına uzaklaşırken, çok üzgün ve mutsuzdular. Dokunsan ağlayacaklardı! Nasıl da alışmışlardı onlara. Daha minicik kuzu iken bakmışlar, beslemişler, büyütmüşler, kocaman koç olmuşlardı. Görmek istemiyorlardı onların kesilmelerini. Her gün birlikte gidip geldikleri arkadaşlarından yoksun, tren yoluna doğru yürüdüler. 

Öğlene kadar oyalandılar oralarda canları sıkkın. Oyun oynamak da içlerinden gelmiyordu. Bir süre diğer çocukların oyunlarını izlediler. Vakit de geçmiyordu. Akılları evde kalmıştı. Çaresiz, öğlen vakti döndüler eve. 

Daha Antepli sokağına girince her tarafı sarmıştı kavurmanın kokusu. Kokuyu alan sokak kedileri de kapıya toplanmış, içeri girmek için kapının açılmasını bekliyordu. Evin diğer çocukları ile birkaç komşu çocuğu ocağın başında sıraya girmiş, ellerinde somun ekmeği, birer kaşık kavurma koydurmak için bekleşmekteydi. 

İçeri giren Nihat ile Suat başlarını çevirip bakmadılar odun ocağındaki kavurmalara. Avludaki tahta merdivenlerden üst kattaki odalarına çıkarken, onları gören babaları seslendi arkalarından:

 -Çocuklaar, gelin çabuk buraya. Kavurmalar pişti. Size de ekmek arsına koyayım yiyin.

Oralı olmadılar babasının bu davetine. Kapandılar odalarına. Çok geçmeden Fırat elinde babasının gönderdiği kavurmalı ekmeklerle geldi abilerinin yanına. Uzattı abilerine. 

Alıp almamakta tereddüt ettiler bir süre. Karınları da çok açtı.  Kavurmanın mis gibi kokusuna dayanamadılar. Gönülsüz de olsa uzanıp aldılar. İkisinin de gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. 

Hem yediler, hem ağladılar.

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.