dore okulları
Malatya
25 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.50
  • EURO
    34.94
  • ALTIN
    2439.6
  • BIST
    9717.13
  • BTC
    63485.14$

Manda mı? Yoğurdu mu?

11 Aralık 2022, Pazar 11:47
Manda mı? Yoğurdu mu?

 

 

I. Dünya Savaşı'nda yenilen Osmanlı Devleti ve Almanya'dan ayrılan; Avrupa dışında kalan bölgelerin yönetimi sorunu üzerine o zamanki adı Milletler Cemiyeti olan BM toplanır. Dünya kamuoyunda sömürgeciliğe duyulan tepki nedeniyle, bu ülkelerin doğrudan doğruya galip devletler arasında paylaşılması ve direkt sömürge düzeni ile üzerine çökülmesi uygun kaçmamış ki; kafa kafaya verip bu ülkelerin yönetimlerinin damarlarına kadar işleyip kanlarını emebilmek, doğal kaynaklarını kullanabilmek ve başlarını ayaklarının dibinden kaldırtmamak sistemini bulmuşlar. Sistemin adına da Fransızca’da “Yetki, görev” anlamlarına gelen “MANDA” koymuşlar. 

Sistemi kullanma konusunda da Milletler Cemiyeti olarak sömürgecilikte tecrübeli olan büyük devletler görevlendirilmişler. Ama gelin görün ki sömürgeciliği tasfiye etmeye yönelik bir proje olarak düşünülmüş bu model uygulamada geleneksel sömürgeciliğe benzer sonuçlar doğurmuş.

Manda kavramı ilk kez 1919'da toplanan Paris Barış Konferansı'nda gündeme gelmiş ve 28 Haziran 1919'da imzalanan Milletler Cemiyeti Sözleşmesi'nin 22.ci maddesinde resmen tanımlanmıştı. Dolayısıyla “Osmanlı Bakiyesi” saydıkları Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan önce “Manda Sistemi” eksikleri de tamamlanarak literatüre girmişti.

Çok şükür ki Türkiye Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak bu sistemlerin dışındaydı.

Biz Manda sisteminin içinde olmuş olsaydık bizim “Hami”miz” (sahibimiz) sayılan devletlerin bir çeşit sömürgesi olarak onlara benzemeye başlardık. Öncelikle Bu güçlü ülkelerin “dostlarını dostumuz, düşmanlarını düşmanımız” olarak kabul ederdik. Gerçi bazı kararlar ve yaptırımlar bu terime uyuyor gibi görünse de öyle bir şeyi ben taze devletimize ve yönetimine yakıştıramam. Ama kafama da takılmıyor değil:

Mesela; İngiltere’ye tarihi boyunca yaşamadığı bir yenilgiyi yaşatan ve 15000 İngiliz askerini esir alan “Kut’ül-Amare Kahramanı Halil Paşa” ya Mustafa Kemal’in Türkiye’ye girme yasağı koyması ve Türk Dış Elçiliklerinde yemek yemesini yasaklama talimatı vermesini açıklayamıyorum. Batum üzerinden Trabzona gelen Halil Paşa’yı bir emirle sınır dışı etmesini de.

Mesela; Mehmet Akif, İstiklâl Marşı'nı Türk milletine armağan ettikten sonra kızlarını burada bırakarak 1925 yılında dönmemek üzere eşi ve iki oğluyla Mısır’a gönüllü gitmiştir. Kendisi, bu gidişin gerekçesini dostlarından Şefik Kolaylı’ya “Arkamda hafiye gezdiriyorlar. Hükümetten vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum. İşte, bundan dolayı gidiyorum” sözleriyle açıklamıştı. Bir İstiklal savaşçımızı neden hain gibi takip eder ve taciz ederler? İngilizlere tarihinin en büyük yenilgisini yaşatan paşayı neden sınır dışı ederler? Dostlarının düşmanı olduğu için mi?

İstanbul’un fethinden bu yana Konstantinopolis rüyasıyla yatıp kalkan Batı tam İstanbul’a çökmüşken tek silah atılmadan hangi anlaşmalarla orayı veda kokteyli ve eğlencesi yaparak terk etmiştir?

Sistemimizde hedef ve amaç Muasır medeniyetlere ulaşmak olarak gösteriliyor olsa da hedef aslında bir İngiliz, bir Fransız gibi yaşatmak ama asla yerini unutturmamak.
Bunların başında kıyafetlerimiz, yazımız, inancımız gelmekte. Bunlar verilen hedeflere göre sürekli bir değişime ve erezyona uğratıldı. 

Kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğinde kendilerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı verilmiş olan 15’i Yahudi, 3’ü Rum olan kadınlar Milletvekili olmuşlardır. Bu iddia bazıları tarafından yayınlansa da son dönemde Mernis nüfus sistemi ile aşikâr olmuştur.  Yani kılcal damarlarımıza kadar girmişlerdir. Bunlardan dolayıdır ki cumhuriyetimizin ilk yıllarında “Hilafet” apar topar kaldırılmış, hatta; “devletin dini Hıristiyanlık olmalıdır” diyen vekiller olmuştur. Toplumun vereceği tepkiden çekinilip “Laiklik” diye net olmayan bir ucubeyi başımıza musallat etmişlerdir. 
 


Dostlarımızın talebi ile İstiklal Mahkemeleri kurup Hukuk ile Guguk arasındaki farkı bilmeyen kişiler hâkim sıfatı ile alimlerimizi, ulemalarımızı asıp, kesti. 

Dostlarımızın takvimi geçerli oldu. Onların dini günleri bizde önemli hale getirilip tatil edildi.

Milli duygular artmasın diye direklere bayrak çekilmesi hafta sonları hariç yasaklandı. Bayrağımızı gönderden indirirken tören düzenleyen tek millettik. Dostlarımızı memnun ettik. 

Uçak yapacak olduk. Dostlarımızın (!) önüne geçmemek adına bir şekilde durduruldu. 
Araba yapacak olduk. “Dostlarımızla (!) rekabet mi edeceğiz? Ne haddimize!” denerek takozlandık. 

Çok şükür ki bir dönemde bütün bu engellemelere rağmen “Anıtkabir’in bayrak direğinin ipi”ni yapmayı başarabildik. 

Dostlar! Neresini tutsam elimde kalıyor. Velhasıl Milletler Cemiyetinde kabul edilen ve Cumhuriyetimizin kuruluşuna yetiştirilen “MANDA” sistemine bulaşmamakla çok akıllılık etmişiz. Yoksa halimiz nice olurdu?

Şimdilerde Cumhuriyetimizde son yirmi yılda yaşanan dostlarımız (!) aleyhindeki büyük çöküntüyü düzeltmek için gayretler başladı. Tekrar birileri Muasır Medeniyetlerden danışmanlar, siyaset üstü ekipler, yöneticileri yönetenler olarak getirmeye ve cilalamaya başladılar. Tabi eskiden çok yoğun bir şekilde yaptıkları gibi elin Yahudi’sini, Ermeni’sini, Rum’unu el altından TC vatandaşı yapıp isimleri değiştirme imkanına sahip olmadıklarından mecburen gerçek isimleri ve halleri ile açıklamak zorunda kaldılar. Bu millet yer mi? Yer. Bir kısmı elbette yer. Patates, soğan ve poşet olayına kızıp “her şeyin güzel olacağına” inanan önemli bir zümremiz bunu da yer. 
Ama bana kalırsa “Manda”nın tek iyi tarafı “YOĞURDU”. Ben de onu yerim. 

Kalın sağlıcakla.