dore okulları
Malatya
25 Nisan, 2024, Perşembe
  • DOLAR
    32.57
  • EURO
    34.99
  • ALTIN
    2428.6
  • BIST
    9722.09
  • BTC
    64353$

NUR-U TEVHİD

02 Temmuz 2021, Cuma 07:39

 

 

 

 

Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla,

Hamd; âlemleri esmâsıyla yaratan, nûruyla semâları, arzı ve tüm âlemleri tenvîr eden, hidâyet râhını, her dem kullarının ebedi kurtuluşuna vesile eyleyen, rahmet ve merhametinden ümit kesilmeyen âlemlerin Rabbi Cenâb-ı Hakk'adır.

Sonsuz salât-ü selâm; Rahmeten lil Âlemîn, Sevgililer Sevgilisi, Resûl-ü Kibriyâ, Hatem-ül Enbiyâ, Eşref-i Mahlûkat, Ekmel-i Mevcûdât, Habîb-i Hüdâ, Nebîler Nebîsi Efendimiz'in (s.a.s.) ve O'nun nûrlu âlinin, ashâbının üzerine olsun.

Rabbül Âlemin, o nûrun hatrına, bizleri Zâtına kulu takdir eyledi.

Hz. Câbir'in, “Ey Allah'ın Resulü! Anam, babam sana fedâ olsun, Allah'ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?" suâline Nebîler Nebîsi, kâinât övüncü Efendimiz (s.a.s.) cevâben dediği gibi:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah'ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nûrudur. O nûr, Allah'ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş, ne cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı."

"Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nûru dört parçaya ayırdı.

Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından levh'i (Levh-i mahfuz), üçüncü parçasından Arş'ı yarattı.

Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi'yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.

Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.

Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan; müminlerin basiret nûrunu/imân şuurunu, ikinci parçadan; marifetullahtan ibaret olan kalplerinin nûrunu, üçüncü parçadan; tevhidden ibaret olan ünsiyet nûrunu (La ilahe illallah Muhammedur resulûllah) yarattı.”

(İmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6; Krş. Aclunî, I/262-6)

Biz âhir zaman ümmetine, Nûrun alâ Nûr Efendimiz (s.a.s.)'i sonsuz lûtuf ve keremiyle, ikrâm ve ihsan eyledi. Sırat-ı müstakîmi Nûr-u Muhammedi (s.a.s.)'nin tükenmeyen nûruna müyesser eyledi. Bu istikâmete vasıl kılmak için Hak Teâlâ'nın kullarına rahmet, merhamet ve muhabbetinin tezâhürü olarak başta ashâb-ı kirâm olmak üzere nice velîleri, pîrleri nurdân kandiller eyledi. Onlar ki; ömürlerini, hayallerini ve dahi canlarını, tereddüt etmeden bu nûrlu davaya vakfeyledi.

"Sen olmasaydın, ey Habîbim; felekleri (kâinatı) yaratmazdım" kudsî hadisinde belirtildiği üzere, varlığın mebde ve müntehâsı; Hakikât-i Muhammediye'nin bizatihi sırrına ümmetini mazhâr eyledi.

Bundandır ki; uluhiyeti, rububiyeti, mabudiyet ve hakimiyeti kabul ve tasdik ederek,"Lâ iâhe illallah Muhammedür resûlullah" kelime-i tevhidini ancak O'nun dilediği tarzda kalbe ve âlemine nakşederek, Hâkim-i Mutlak olan Allah'a kul ve Habibine ümmet olunabilir.

Ancak Allah'ında bütünleşerek bir olanlar; hakikî manada bir olabilirler.

Bu da tevhîdi tasdik edip, kalbe nakşedip âleme oturtmakla, şirki reddetmekle ve dahi kendi batıl benliğini de reddetmekle mukâbildir.

O tevhîd ki;  'Lâ ilâhe illallah' Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyetini, 'Muhammedür resûlullah' ubûdiyetini tasdik eder. Müslümanlar, 'Muhammedür resûlullah' sözünü kalbe nakşederek tasdik ile "Hz. Muhammed (s.a.s.)'in tasdik edip anlattığı Allah'a imân ederiz" beyânını yapmış olur, böylece Allah'a nasıl vâsıl olunacağı şuuruna yükseltilmiş olurlar.

Bu sebeptendir ki; 'Muhammedür resûlullah'sız tevhîd, ubûdiyet; yani Cenâb-ı Hakk'a vuslât ve hidâyet asla ve kat'a mümkün değildir. Çünkü Allah-ü Teâlâ; Rabbü'l Âlemîn'dir, Efendimiz (s.a.s.)'de; Rahmeten li'l Âlemîn'dir. Bu gayret, rahmet ve himmet, Allah'ü Teâlâ'nın merhametinin Hz. Muhammed'deki (s.a.s.) tezâhürü ve tam tecellîsidir.

Bu minvâlde Efendimiz (s.a.s.) “Mü'minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar” buyurmuştur.

 (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Çünkü gerçek manada Allah'ını sevenler; birbirini O'nun hatrına gerçek manada sevebilir ve kardeş olabilirler.

Vücudun azâları nasıl ki bedenin bekâsına hizmette birleşirlerse, Müslümanlar da aynen bunun gibi birbirine kenetlenir, birleşir ve İslâm'ın bekâsında hemhâlleşir, Allah'ın muhabbetine nâil olurlar.

Rabbimizin buyurduğu üzere; "Hiç şüphe yok ki Allah, kendi yolunda, duvarları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." [Saff/61, 4]

Müslümanlar arasındaki ayrımın sebebi; tevhidde bir olamamak, Allah'ının varlığını ve birliğini kalben tasdik edememek, hakikâtleri kalbe nakşedememek, Hâkim-i Mutlâk'ın hakimiyeti altına girememek, hakikî manada O'nu ilâh edinememektir.

Rab olarak kabul etse de, Cenâb-ı Hakk'ın rubûbiyetini, ulûhiyetini, mabudiyetini kendi üzerinde, fiiliyâtında; mahfiyetle, acziyetle, fakriyetle, mahkumiyetle, tam bir teslimiyet ve gerçek samimiyetle gösterememesidir.

O hakimiyet altına giremeyince, O'nu ilâh edemeyince; alâ külli hâl, başka hakimiyetler altına girmekte ve kendi gibi acizleri ya da aciz şeyleri ilâh edinmektedir.

Müslüman görüntüsü altında sözde olup, özünde müslüman olamayanlar gibi. Sonsuzlarca ispatları tasdik etmekte bir olamayanların, hakikî imânı reddederek, o en küçük mevzularda dahi darmadağın, paramparça olması gibi.

Çünkü tam teslimiyet, samimi bir tasdik gerektirir.

Öyle buyuruyor Rabbimiz; "Ey imân edenler! İslâm'a tamamen, tam anlamıyla, her şeyinizle giriniz." [Bakara/2, 208]

Nitekim, ihlâs, Müslüman'da hâlis olarak bulunan, cûruf ve kabasından arındıktan sonra 'bekâ', yani sonsuzluk âleminde kendisine yâr ve yoldaş olan özüdür. İhlâsa götüren tek yol da aşktır.

Bu yüzden hakikî imân öyle bir cevherdir ki; samimiyetle kendini kabul ve tasdik edeni 'emin ve güvenilir' kılar. Emin ve güvenilir olan; emâneti hakkıyla taşıyabilir ve teslim edebilir.

Bu hakikâte erişenler ancak Müslüman/Mü'min olabilir.

Tabiat zerre boşluk kabul etmezken, hakikî imân ve muhabbet ile dolması gereken kalp boş bırakılırsa; elbette ki oraya gayrimeşru muhabbetler, arzular ve putlar yerleşir.

Fıtrat bozulur, birlik dağılır, gönül daralır, gözler körleşir ve kulaklar duymaz olur.

Dolayısıyla Müslüman'ın ötekisi yoktur; Müslüman ve ötekisi vardır.

Müslüman imân ettiğini bilen, ötekisi ise neye inanmadığını bilmeyendir.

Nasıl ki riyâda, küfürde olan hem kendine zâlim, hem etrafına bu zâlimliği ve zulmü revâ gören habis bir canlı olabiliyorsa, nûr ile nûrlanan Müslüman da tüm âleme o nûru aksedebilir.

Öyle ki; mahlûkat ve mevcûdat, böyle bir nûra şâhit olduğunda, onların bâkî olması, ebedî nûrlarla buluşması için Rablerine niyâzda ve duada bulunur. İmândır; kâinattaki rahmet vahası ve vesilesi. İmâni nûrdan nûra ilâhi bir akış vardır. Tevhîd dairesinde kalpten kalbe nice yollar vardır, o yollarda Hakk için birbirine uzanan şahs-ı manevî eller Allah'a vâsıl olmuş, seyir, devir, seyrân ve devrân etmektedir. O şahs-ı manevî'de; tüm kâinât, peygamberler, sıddîklar, şehidler, şûhedâlar, sâlihler, velilerle bir olmuş, beraber bu muhabbette buluşmuş, birleşmişlerdir.

Biz de tümüne haktır diyerek kelime-i şehâdeti zikreder; "Eşhedü en la ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluhû" der, sonsuzlarca tasdik ederiz.

Velhâsıl; hakikî manada imâna erişen kalp aradığını bulmuştur.

Gayret bizden, tevfik ve muvaffakiyet Yüce Mevlâ'dandır.

 

Vesselâm...