dore okulları
Malatya
27 Nisan, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.45
  • EURO
    34.82
  • ALTIN
    2438.6
  • BIST
    9915.62
  • BTC
    62933.216$

Otomobil uçar gider…

19 Temmuz 2023, Çarşamba 09:47
Otomobil uçar gider…

Çok eski değil, daha yetmişli, hatta seksenli yılların ilk yarısında, Türkiye’de otomobil sahibi insan sayısı, her mahallede, bir elin parmaklarını geçmezdi. Otomobili olmayan çoğunluk, otomobil sahiplerine biraz gıptayla, biraz da kıskançlıkla bakarak, bu konuda bütün umudunu cüzdanındaki piyango biletine bağlardı! Şöyle ailece bir otomobile kurulup hafta sonlarında kır gezmelerine gitmek, hani neredeyse, insanlarımızın yaşamsal amaçları arasındaydı. Dahası var: Hemen hiç kimsenin hayali, yerli otomobillerin ötesine geçmezdi.

Bugün büyüklü küçüklü taşra kentlerinde olsun, İstanbul gibi bir metropolde olsun, sokaklarda araç park edebilmek için sürücüler neredeyse ter döküyor, stres yaşıyor, birbirleriyle tartışmalara giriyor... Avrupa ve Amerikan arabalarının hemen her markası, son model örnekleriyle caddeleri dolduruyor. Günün her saatinde caddeler, sokaklar, köprüler, otoyollar hınca hınç dolu! Araçlar, birbirlerini, tampon tampona izliyor kentin ana arterlerinde. Her gün yüzlerce yeni otomobil giriyor trafiğe. Her sürücü, trafikteki yoğunluktan, kuralların göz ardı edilmesinden, beş dakikalık yarım saatte ulaşmaktan yakınıyor… Üstelik, bu olumsuz tablodan, toplu taşıma araçlarını kullanmak durumunda olan insanımız da payına düşeni sineye çekiyor. 

İstanbul gibi tarihi bir kenttin dar yollarında sıkışan, kilitlenen trafiğe bakınca, gelecekte bu karmaşanın daha da artacağını düşünmek bile insanı ürpertmeye yetiyor!

İstanbul’un gelecekteki halini düşünmeyi bir yana bırakıp, biraz geçmiş yıllarına uzanmaya ne dersiniz? İstanbul’da hiçbir trafik düzenlemesinin bulunmadığı, otomobilin şeytan icadı diye bilindiği, at arabası sürmekten başka sürücünün olmadığı dönemde, İstanbul’a ilk otomobili kimler getirmiş, kimler kullanmıştı? 

Osmanlının başkentinde henüz otomobilin adının bilinmediği yıllarda, konaklarda yaşayan varlıklı ailelerin özel faytonları vardı. Faytonlar, yine ailenin durumuna göre tek atlı ya çift atılıydı. Yazın körüklü tavanları açılır, kışın da kapatılırdı. Landon türündeki faytonların pencereleri de vardı.

Padişahların bindiği faytona saltanat arabası denirdi. Bunları dört at çekerdi. On sekizinci yüzyılda vezirler, sadrazamlar, saltanat arabalarının yanı sıra giderlerdi. İşin doğrusu, bu faytonların kökeni de yerli değildi, İstanbul’a batı ülkelerinden gelmişti. İlk getirilen faytonlara da devlet ileri gelenleri binmiştir. Tabii en başta da padişahlar…
Derler ki, faytonlar, zamanla İstanbullu hanımların da sefa aracı oldu. Göksu, Küçüksu, Fenerbahçe semtlerinde hanımlar aralarıyla tenezzühe çıkar, hem kendilerini gösterir, hem de başkalarını görürlerdi. Yalnızca alafranga aileler değil, muhafazakâr aileler de araba sefası yaşamaktan kendilerini alamazlardı. Dönemin ünlü yazarı Recaizade Mahmut Ekrem, “Araba Sevdası” adlı eserinde, İstanbulluların araba tutkusunu inceden inceye anlatır…

İstanbullular ilk otomobili gördüklerindeyse, takvimler 1895 yılını gösteriyordu. 

Kimileri, hiçbir at çekmeden, kendi kendine yürüyen bu araca, şaşkınlıktan ağızları bir karış açık bakarken; kimileri “şeytan işi” ya da “gâvur icadı” dedikleri şeye kızgınlıkla bakıyordu.

“Otomobil” de zaten kimse otomobil demiyor, “zatülhareke” deniyordu. Yani kendi kendine hareket eden…

O ilk otomobilin sahibi de Iraklı bir hurma kralıydı: Züheyirzade.

Neden, İstanbul’a gelen ilk otomobile padişah binmiyordu da, Meclis-i Mebusan’a Irak’ı temsilen giren biri biniyordu? Bunun nedeni basitti: Çünkü, II. Abdülhamit ve dolayısıyla çevresindekiler bu tür icatlara sıcak bakmıyordu: Elektrik ve telefon da bu yüzden İstanbul’a geç gelmemiş miydi? Elektrik olmadığı için elektrikli tramvay da getirilememiş, İstanbullular bir dönem atlı tramvaylara binmek zorunda kalmışlardı. Dönemin zaptiye nezareti, bu tür yenilikleri, isyan çıkaranlar kullanırsa tehlikeli olacağı fikrini aşılamıştı Padişaha… Abdülhamit de böylesi bir görüşe itibar etmiş olmalı ki, “Hotchkis” ve “Mercedes” marka arabalarına değil de, faytona binerek gidiyordu cuma selamlıklarına.
Meşrutiyet’in ilk yıllarında, otomobil gibi teknolojik bir yeniliğe daha çok, ordu sıcak bakıyordu. Dönemin ordu yetkilileri, artık savaşlarda motorlu araçların kullanılacağını görmüşlerdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir otomobil taburu kurulmuş, bir de şoför eğitim kursu açılmıştı, birtakım zırhlı otomobil alınmıştı. Türkiye’de ilk özel şoför okulunu açan Fikret Tevfik Bey, işte o süreçte otomobil  kullanmayı öğrenen subaylardan biriydi. Gelgelelim, Mahmut Şevket Paşa’ya otomobilinde suikast yapılması, bu motorlu araca karşı yeni bir ürküntü uyandıracak, otomobilin yaygınlaşmasını bir kez daha engelleyecekti..

(Mahmut Şevket Paşa’nın otomobili bugün Askeri Müze’de bulunuyor.) 

Ne var ki, dönemin Avrupa görmüş şehremini (belediye başkanı) Operatör Cemil Topuzlu da motorlu araçlara karşı ilgisiz değildi. Belediyenin emrinde kullanılmak üzere birtakım motorlu araçlar satın almıştı. (O Cemil Topuzlu ki, Sultanahmet Meydanı’nı Paris meydanlarına benzeteceğim diye, tarihe tanıklık etmiş asırdide çınar ağaçlarını kestirmişti!)
 
Fenerbahçe’nin yeni sosyetesi Iraklı Züheyirzade’nin kızları, otomobilin keyfini çıkarmaktan geri kalmıyorlardı. Hurma Kralı lakaplı Basra Mebusu Züheyirzade Ahmet Paşa kendine otomobil almaya karar verdiğinde, ailesinde bu aracı kullanacak kimse yoktu. Otomobili satan firma, Züheyirzade’nin Acem seyisine birkaç gün sürücülük dersleri vererek onu İstanbul’un ilk sivil şoförü olarak yetiştirdi. Nasılsa, Acem seyisin ne kadar kötü araba kullandığını bilebilecek kimse yoktu henüz. Üstü açık, kırmızı boyalı otomobil saatte yirmi kilometre hız yapabiliyordu. Bu “aşırı hız”ın yarattığı rüzgârdan hasta olmamak için, Zehirzade’nin kızları  sıkı sıkıya giyinir, kürklerine sarınır,  üstüne bir de şal alırlardı! Ünlü yazar Refik Halit Karay’ın deyişiyle, onları o halde görenler, Kutuplara seyahate çıktıklarını sanırdı. (Kadıköylüler arasında bu kızlara çifte kumrular adı takılmıştı. Her yere birlikte giden kızların giyim kuşamları da birörnekti.) 

Daha sonraki yıllarda Yurt dışında sürücülük öğrenen ilk şoför kuşağı, Züheyirzade’nin Acem seyisinin araba kullanma tarzıyla alay edecek ve kötü araba kullananlar için söylenen “Acemî şoför” nitelemesini Türkçeye armağan edeceklerdi. 

Yine meşrutiyet döneminin ilk yıllarında nazırlara (bakanlara) birer makam otomobili satın alınmıştı. Nazır Beylerin bedavadan otomobil sahibi olması da, başka konular gibi muhalif basınında tefe konulacaktı. Buna karşın ilk otomobil ve lastik reklamları da o yılların gazete sayfalarında yayımlanıyordu.

İstanbul’da sivil kişilerin otomobil sahibi olmasıysa, ancak Zaptiye Nezareti’nin özel iznine bağlıydı. Otomobil alıp İstanbul’un caddelerinde tur atacağım diye Zaptiye nezareti’ne başvurmaksa öyle her babayiğidin işi değildi. Otomobil sahibi olmak başlı başına bir ayrıcalıktı çünkü. Bu ayrıcalığı da öncelikle paşalar, nazırlar, mebuslar, bazı şehzadeler, şehremini gibi başkentin ileri gelenleri kullanabiliyordu. 

Bu izin alma zorunluluğu da, İstanbul’da otomobilin yaygınlaşmasını önleyen nedenlerden biriydi. Zaten İstanbul halkının da bu gürültücü araçtan pek hazzettiği söylenemezdi. En çok da arabacılar ve faytoncular şikâyetçiydi. Çünkü atlar otomobilin çıkardığı boru sesinden, motor gürültüsünden ürküyordu. Karşıdan bir otomobilin geldiğini gören arabacı ve faytoncuların eli ayağı o saat boşalıyor, atları zaptetmekte güçlük çekiyorlar, başlıyorlardı beddua etmeye: “Gidişin olur da, gelişin olmaz inşallah!” Kısacası İstanbul’da görülen ilk otomobillere birer baş belası gözüyle bakılıyordu.

Birinci Dünya Savaşı sırasında orduda şoförlük öğrenen askerler, sivil hayata geçtiklerinde iş bulmakta zorlanıyorlardı. Onları istihdam edecek özel otomobil sahipleri yoktu çünkü. Elçilik ve konsolosluk araçlarındaysa, yalnızca yabancı şoförler çalıştırılıyordu. 

Batılı otomobil firmalarının İstanbul’da acente açmalarıysa, İşgal yıllarına rastlıyordu. Onlar da ordu kökenli şoför kuşağına soğuk bakıyorlardı.

İstanbul’daki otomobil sayısı yüz, yüz elli arasında olduğunda, bozulan araçları onaracak, bakımını yapacak hiçbir atölye yoktu henüz. Ne teknik eleman, ne yedek parça… Hiçbiri! Bir araba bozuldu mu, haftalarca olduğu yerde kalakalıyordu! Bazı parçalar Avrupa’dan getirtiliyor, bazıları da, Perşembe Pazarı’nda, Kalafatyeri’nde ya da Robert Koleji mühendislik bölümünün atölyesinde yapılabiliyordu. Allahtan ki trafik polisi diye bir kimse yoktu; kimse gelip de bu aracı buradan çekin diye düdük çalmıyor, ceza kesmiyordu… Cadde ortasında, Köprü üzerinde bozulan aracınızın parçalarını çevreye dağıtarak günlerce kalabilirdiniz.

Yollar da bozuktu, araçlar zıplaya zıplaya gidiyordu çukurlar ve tümlerler üzerinde. Otomobillerin aksları, kovanları, makasları kırılıyordu. Kırılan bir parçayı yeniden yaptırıncaya dek, araba olduğu yerde günlerce yatıyordu! 

İstanbul içinde trafik düzenlemesi gereksinimi, ilk kez 1923 yılında kendini hissettirmeye başlamıştı. Kentte trafik kuralı diye bir şey uygulanmıyordu. Araç sayısı az olduğundan o tarihe kadar buna gereksinim duyulmamıştı. Aracınızı istediğiniz yere bırakabilir, isterseniz yolun sağından, isterseniz solundan gidebilir, isterseniz sokakta zikzak çizerdiniz… Bütün yol sizin sayılırdı. (Ah, ne günlermiş! Gel de nostaljik duygulara kapılma!) Ancak zaman durduğu yerde durmuyor, İstanbul7daki otomobil sayısı günden güne artıyordu. Yukarda adı geçen şehremini Cemil Topuzlu, tıpkı Paris’teki gibi İstanbul’a bir trafik düzeni getirmek istiyordu. Bu amaçla Galata Köprüsü’nün altında bir oda ayrılarak, “seyrisefain merkezi” kuruldu. Burada çalışanlar, İstanbul’un ilk trafik görevlileriydi. Trafiğin o yıllardaki kilit noktalarıysa, Karaköy Meydanı ve Galatasaray gibi dörtyol ağızlarıydı. Buralara birer trafik polisi yerleştirildi. Seyrisefain Merkezi’nin çabasıyla Karaköy’deki Domuz Sokağı’na ilk trafik ışıkları yerleştirildiğindeyse, takvimler 1925 yılını gösteriyordu.

Kırklı, elli yıllarda çekilmiş İstanbul fotoğraflarına, filmlerine dikkat edin; sokaklarda tek tük otomobil görürsünüz… Altmışlara gelindiğinde bile, otomobil denilen tekerlekli ata, siyah beyaz filmlerdeki zengin çocukları binebiliyordu ancak… Erkek sürücünün yanında oturan genç kızın saçlarını, eşarbını rüzgâr savurduğunda, bütün genç kızlar onun yerinde olmak için can atıyordu…

Bu durum, altmışlı yılların ilk yarısına kadar geçerliliğini sürdürecekti. Orta halli insanlara binek otomobili almayı hayal ettiren yerli markalar ufukta görünmüyordu henüz. Dedik ya, bakmayın siz şimdiki trafik tıkanıklıklarına, yetmişli yıllarda bile koca kentte sürücüler, park yeri sorunu diye bir şey bilmiyordu! 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.