Perdesizden Perdeliye / Eserden Müessire
24 Ocak 2025, Cuma 15:18
Eûzü billahi mine'ş-şeytanir'r-racîm Bismillâhirrahmânirrahîm
Şu kâinattaki her şey "Lâ ilahe illallah Muhammedu'r Râsulullah" hakikâtiyle kaimdir.
Bu hakikâte ram olan, imân edene "mümin", bu hakikâti örten, reddedene de "kâfir" denir.
"Lâ ilâhe illallah" (ALLAH’tan başka ilâh yoktur) inancını da en güzel şekilde Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) yaşamıştır.
O, tevhid inancını hem kalbiyle, hem aklıyla, hem diliyle hem de fiilleriyle en mükemmel şekilde temsil etmiş ve hayatının her anında ALLAH’a olan teslimiyetini en muazzam tarzda göstermiştir.
Bundandır ki bizler; "La ilâhe illallah"ı bizzat "Muhammedu'r Râsullullah"tan öğrendik. “Muhammedî’yim” diyenler aslında tüm zerrelerinde yer alan Hakikât-ı Muhammeddîyye’yi tasdik edenlerdir.
Dolayısıyla, "Muhammedu'r Râsulullah"ı reddeden de muhakkak bir surette "Lâ ilâhe illallah"ı reddetmiş olur.
Çünkü imânın tek bir rüknünü reddeden kafir olur.
"İnsanda zâhir olduğum gibi hiç bir şeyde zâhir olmadım." [CENÂB-I ALLAH]
"Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrım." [CENÂB-I HABÎBULLÂH]
Kâinat işte bu sırrın açığa çıkması için yaratıldı.
Bu marifet ile arınan da hakîki fıtratına erişti, aslını buldu, kemâlâtını tamamladı.
Değil midir ki; tahterevalliye tek binen kişi aşağıda durmayı hakeder, tek kanatlı kuş uçamaz... Bu da böyledir. Nedir yolu? Bütünlük.
İnsanın, beden varlığını tasdik ettiği gibi ruhanî varlığını da tasdik etmesi gerekir.
Onun yolu? "İçin"lerle "içlenmek"tir...
Bu da eserden müessire geçmekle mümkün.
Nasıl ki insan, bir gözlüğü göz "için", bir makinayı çamaşır yıkaması "için", bir tabloyu sergilemek "için", bir otomobili kullanmak "için", bir binayı oturmak "için", bir bilgisayarı kullanmak "için" (örnekler çoğaltılabilir) bilerek, görerek, irâde ederek, kastî bir şekilde bir amaca yönelik yapıyorsa; ki bunu dinli dinsiz herkes kabul etmektedir.
Bedendeki göz de görmek "için", kulaklar "duymak "için", kalp kan pompalamak "için", ciğerler "nefes" için bilerek, görerek, irâde ederek kastî bir şekilde ruha uyarlanarak yapılmaktadır.
Burada "adem-i kabul" (hakikâtleri inkâr) yapılırsa her bir fiil müsebbib olarak sonsuz aciz, sonsuz zayıf, sonsuz fakir, sonsuz cahil, sonsuz ölü atomlara verilmiş olur.
Oysa beden içinde ruha uyarlanan göz ile görmek, kulak ile duymak fiilleri, "basar" ve "semî" sıfatları ile her şeyi görerek ve işiterek yaratan faili; yani bizzat ezelî ve ebedî olan ALLAH'ı gösterir. Göz görmez lakin görmek için kastî bir şekilde sonsuz bir irâdeyle yapılmıştır.
Çünkü dünya insanlarının, körlerin de dahil, rüyaları gözsüz görmelerinin de şehadetiyle, gören göz değildir.
İnsanın görmesi cüz'îdir. Kıyas ile düşünülürse idrâk etmek gerekir ki, insan bir anda ancak bir şeye bakabilir ve odaklanabilir; oysa ALLAH'ın bütün sıfatları gibi görmesi de küllîdir, mutlaktır ve sonsuzdur. Yani her şeyi her ân tümüyle birlikte görür. İnsan da bu hakîkatle her ân her şeyin ALLAH tarafından görüldüğünü, bilindiğini, işitildiğini bilir ve kâinatı o bilinçle, şuurla, sorumlulukla, hayret ve tefekkürle terennüm eder.
"Adem-i kabul"ü böylelikle reddederek; her şeyin müsebbibi olarak ALLAH'a verir. Perdesizle (insanın yaptıklarıyla), perdeliye (ALLAH'ın yaptıklarına) ulaşır.
(Buna ulaşan da bilir ki; insan eliyle yaptıkları da bizzat ALLAH'ın eserleridir...)
ALLAH'ın; "Kulum, seninle yaptıklarıma koşarak, sensiz yaptıklarıma bir adım at" çağrısına gönülden iştiyakla, hakîki bir yönelişle ve iz'ânla kulak verir.
İşte o zaman da insan için asıl kâinatı okuma ve bir başka seyir başlar; milyarlarca yıldız, galaksiler, nebulalar, yıldız kümeleri, galaksi kümeleri, kuasarlar, beyaz cüceler, kırmızı devler, nötron yıldızları, siyah delikler, novalar, süpernovalar, -270 ile +milyarlar arasında değişen sıcaklıklar, ışık hızıyla milyarlarca sene alan uzaklıklar, uzay, yeryüzü, trilyonlarca canlı, zaman ve dahası...
Nedir tüm bunlar? Nereden gelir, niçin gelir, nereye giderler? Nedendir bu ayrılmaklar ve kavuşmaklar?
O zaman asıl sorular başlar ve bir o kadar aşikar olup ışıl ışıl parlayan cevaplar...
Aklın alamayacağı şekilde bu kadar büyük ve bu kadar muazzam olan bir şey anlamsız olabilir mi? Asla diyecek düşünürse insan.
Sayısız galaksi dolusu yıldızı içinde barındıran vücuduyla, her ân beden kâinatının her bir köşesinde sürüp giden plânlı programlı mucizelerle, bu maddî vücudunun da ötesinde harikulâdelikler sergileyen manevî duygularıyla, dolup taşan hisleriyle, kendini de hayrete düşüren düşünceleriyle; asla diyecek!
Bizi yaratan bir ALLAH var!
O'ndaki Ehad'lik; sırr-ı Muhammedî ile var.
Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk, 'abduhu' (O ALLAH'ın kuludur) fermânıyla Efendimiz'i (sas) aslında en yüksek derecedeki kâmil, ekmel, mükemmel ve mükemmil kul olarak takdim ve tasdik etmiştir.
Takdir etmek gerekir ki, ALLAH-u azimüşşan, sadece o nûru kendisine izafe ederek tasdik etmiştir. Muhammedî olan ancak "Lâ ilahe illallah"ı yaşar dedik ya...
Bunu anlayan da anlar ki, ALLAH tekaddes hazretleri mecburiyetten yaratmadı; muhabbetten yaratı bu âlemi...
İmân budur, kulluk budur, hayat budur, ölüm ve ötesi budur.
Ancak fiil-i Muhammedî, fail'i Rabb'e götürür...
O ki, bilinmekliği bu sırrın ardında murad etti.
"Kânellah ve lem yekûn maahû şey. ALLAH vardı, O'nunla birlikte hiçbir şey yoktu."
Aslında Cenâb-ı Hakk'a nisbetle hâlâ Zâtından başka hiçbir şey yok. O bilinmek istedi.
Güzelliğini, cemâlini, celâlini, esmâsını, varlığını ve birliğini tanıtmayı murad etti.
İhtiyacı yoktu; hâlâ dahi yok. Sadece istedi.
Kendisinden yine kendisine olan bu teveccüh ve bu akışa uygun olacak şekilde, Zâtının nûrundan bir nûr icâd eyledi. Bu nûr da, Cenâb-ı Hakk'ın kendi Zâtına teveccühünden ve kendisine olan muhabbetinden ortaya çıktığı için bu cezbe çerçevesinde hemen "Lâ ilâhe illallah" kelâmıyla Hakk'ı tevhid etti.
Yani ben yokum; Sen varsın diye ikrâr etti.
Bundandır ki; Lâ ilâhe illallah benlik iddiasını yok eder. Vacibu'l-Vücûd'un sadece ALLAH olduğunu dava eder.
Böyle bir ikrar ancak ALLAH-u teâlâya muhabbet eden, aslında Cenâb-ı Hakk'ın kendine duyduğu muhabbetin bir yansıması olan Muhammedî Nur'da kendisini gösterir.
Ve sen insanlık iddiasında bulunan ey insan!
Neyi anladıysan; ötesi var...
Gel, bu hakîki aşk için bir kerecik bile olsa perdesiz nice kıyasla sendeki gaflet perdesini indir de, insanca, imânla, hakîkât nûruyla; o nûrla bütünleş.
Ölümü öldürmek madem ölmeden ölmekle mümkün; bunu başar. Merak etme, korkma, o zaman seni senden alır; çok daha güzel bir benlik, bâkî bir dirilik verirler.
Ki, O'na kavuşunca, dönüp bir daha kendine bile bakmazsın...
Öyleyse, O'ndan başka her şeyden geç, "ben" sandığın kendinden geç; 'geçtim'den de geç.
Vesselâm.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.