dore okulları
Malatya
26 Nisan, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.55
  • EURO
    34.92
  • ALTIN
    2442.0
  • BIST
    9716.77
  • BTC
    64419.140$

’’Siz neyun telaşindasinuz?’’

14 Kasım 2021, Pazar 09:52
"Siz neyun telaşindasinuz?"
 




Artvin’in Arhavi ilçesinde sabah namazından çıkan cemaat 20 metre ilerde duran Atatürk heykelinden sesler duyar. Bakarlar ki Mahallenin delisi Bekir. 3 metrelik mermer kaideden tırmanmış, üstte duran at üstündeki Atatürk heykeline de çıkmış, Atatürk’ün arkasına oturmuş, ayaklarını da ara ara ata vurarak “Deeh, deeh” diye bağırıyor.
Bu iş sıkıntı. Hele ki o dönemde. Cuntacı Evren darbeyi yapıp ülkeye çökmesinin üzerinden henüz birkaç ay geçmiş. Sen Atatürk heykelinin üzerine çık ve “Deeeh, deeh” diye bağır. Deli meli anlamaz bunlar. “Bir sağdan, bir soldan bir de delilerden” deyip sallandırırlar. Cemaatten bazıları sessizce uzaklaşırken bazıları da deli Bekir zarar görmesin diye ortalık karışmadan onu indirme derdinde. İhtiyarlardan biri:
-”Bekir in aşağı. Bak Polis-asker falan gelirse kötü olur. Bir an önce in”
Bekir umursamaz. At sürmeye devam eder. Olay polise intikal etmiş olmalı ki birkaç dakika sonra polisler gelir. Deli Bekir’i düdük çalarak uyarırlar. Bağırırlar. Azarlarlar. Deli Bekir hiç duymamış gibi devam eder. Böyle fırsat ne zaman geçecek bir daha diye düşünmüş olmalı ki devam eder; “Deeeh, deeeeh!”




Polisler bir merdiven bulurlar. Kaideye dayarlar. “Bak Bekir, geliyoruz. İneceksen şimdi in, sonra kötü olur” 
Bekir hiç duymamış gibi davranır. Polisler mecburen tırmanmaya başlar.Bekir bakar ki polisler yukarı doğru geliyor. Atı daha hızlı sürmeye başlar, “Deh, deh, deh, deh”.
Polisler mermer kaidenin üzerine çıktıklarında Deli Bekir de ayaklarını atın üstüne toplar. Polisler bunu ceketinden tutup, en aşağı da yuvarlanıp sakatlanmasın diye de hafiften çekmeye başlarlar. Deli Bekir polislere dönüp efsane sözleri söyler:
-”Yahu size ne oliy? Atun sahibu burada, ses etmiyir de siz neyun telaşundasunuz?”
***
Sevgili Malatyatime okurları.
Bir hafta sonra yine burada karşılaşmak varmış nasipte. Gene yazısını geç yazar diye telaşlandığınızı tahmin ediyorum. Ama ben makalemi geç saatlerde yazıp gönderdiğimde bile Murat Bey hiç sesini çıkartmıyor da, siz neyin telaşındasınız? Altı üstü makale okuyacaksınız.
***
Cumartesi günü eski gazeteci abilerimden biri ile telefonda sohbet ettik. Birlikte Ankara’da geçirdiğimiz 7-8 yıldan hatırladığım bir olayı size nakledeyim. Öğrenin ki aynı pozisyonda kalırsanız tedbirinizi almış olun. 
Cuma günü idi. O sıralar Kocatepe Camii inşaatı halen devam ediyordu. Büromuzun 4-5 bina ilerisinde bir yeraltı camii vardı. Binanın bodrum katını mescide çevirmişlerdi. Oraya Cuma namazına gittik. Farzı kılan çıkarken biz dualara kadar mescitte idik. Çıkışta ayakkabımı aldım. Ama Ahmet abim ayakkabısını bulamıyordu. Kendisi boylu, boslu, cüsseli olan Ahmet abimin ayakkabısı da en az 44 numara idi. O da dar geldiği için ayakkabının sırtına basarak kullanırdı. 200 kişide birinin ayağına uyacak bir ayakkabıyı kim çalsın ki? Ama ayakkabı yoktu. Herkes ayakkabısını alınca rafta bir tane 38 numara çok eski ve ezik bir ayakkabı kalmıştı. 38 numara ayakkabı giyen bir hırsız 44 numara ayakkabıyı niçin giyip kaçırsın ki? Göze batar, komik de olur. Cemaatten biri:
-”Senin ayakkabıyı hırsız almadı. Ayakkabısı çalınan kişi aldı.” dedi. İyi de ayakkabısı çalınan adamın ayağı küçük. Hırsızın bıraktığı ayakkabı ayağına uyarken neden büyük olanı alıp şaldır, şuldur gider ki? Bilerek olmasa da o da çalmış oldu. Velhasıl Ahmet abim 38 numara ayakkabıya bir kaç parmağını sokup topuklu ayakkabı giymişçesine bin bir eziyetle ofise kadar geldi. 
***
Ankara’da lise yıllarımda hem arkadaşım hem de akrabamız olan benden 2 yaş büyük Hayri abi ile Cebeci camisine Cuma namazına gitmiştik. Babası Almanya’da çalışıyordu. Gelirken ona bir ayakkabı getirmişti. Çok sotalı, harika bir ayakkabı. Namaz çıkışında tabii olarak onu yerinde bulamadı. Çalınmasına çok canı sıkılmıştı. Benim olsa ben bile çok üzülürdüm. Çok şükür ki benim değildi. Az üzüldüm.
Cemaatten biri Hayri abiye:
-”Ayakkabını nereye koymuştun?” diye sordu. Hayri abi koyduğu yeri gösterdi. Adam:
-”İkisini de mi?” diye sorunca garip garip baktık adama. Adam sakin sakin elini alt rafa uzattı. Ayakkabısının tekini aldı. Sonra ilerde üstten de diğer tekini aldı ve:
-”Eğer böyle koysaydın çalınma ihtimali daha az olurdu.” dedi. Bunu o günden sonra prensip haline getirdim. 
***
Yıllar sonra Kayserili Rahmetli Mustafa abiyle Cuma namazına birlikte gittik. Mustafa abi yeni ayakkabısıyla camiye gelmişti. Kendisine ayakkabıları ayrı yerlere koyma fikrini söyledim. Beğendi. Ayakkabılarını ayrı ayrı yere koydu. İçeri geçti. Ben de (muziplik işte) ayakkabılarından birini koyduğu yerden aldım. Tamamen farklı bir yere koydum. Ardından içeri girdim. Namaz bitti. Ben camiden çıktım. Dışarda Mustafa abiyi bekliyorum. Herkes çıktı. En son bu çıktı ve:
-“Ya Ersoy, Bu yöntem güzel ama ayakkabıları koyduğun yeri iyi ezberlemek gerekiyor. Ben nereye koyduğumu unuttum herhalde. Kimse kalmayınca anca gördüm ayakkabımın diğer tekini.”
Camilerde hırsızların ayakkabı seçimi de enteresandır her halde. Karikatürdeki gibisi de vardır:




Bu karikatürde olduğu gibi. Hırsızlar Cuma günleri camileri ayakkabı mağazası gibi farz edip ayakkabı seçiyorlar. Hatta deniyorlar. Olmadı yerine geri bırakıyorlar. Çünkü tek taşıma yöntemi var. Ayaklarına da 2. bir çift ayakkabı olmuyor. Bu mağaza olayı Abbas’ın anlattıklarını getirdi aklıma:
“Cezaevinin delisi İbo”
“Eli ayağı durmayan, oradan oraya sürekli hareket halinde olan, dayağa alışık bir delisi vardı koğuşun. Herkes ona İbo diye sesleniyordu. Her şeye ellemek gibi bir hastalığı var. Orasını burasını kaşıdığı, mıncıklamak için yerdeki izmariti ellediği, çer çöp karıştırdığı eliyle ekmeğinize ve bardağınıza dokunduğunu düşündüğünüzde midenizin kalkmaması imkansızdı."
Ben hiç yüzüne gülmedim. Muhatap da olmadım. Bu sebeple olsa gerek benden çekinirdi. Masama yanaştığında “uzak dur dokunma” şeklindeki el işaretimi gördüğünde yön değiştiriyordu. Bu bakımdan avantajlıydım. 
İbo hükümlülerin yıkadıkları ve kuruması için avluda ipe astıkları elbiseleri gördüğünde sevinçle zıplar ve “mağaza açılmış” diye sevinerek çamaşırlara koşardı. Elini attığını hemen giyer, üstüne bir tane daha...o yaz sıcağında üst üste 3-4 kıyafeti giyebiliyordu.



Bin bir meşakkatle yıkadıkları kıyafetlerini deli İbo’nun yarı sidikli vücudunda görenler eline ne geçirdiyse deli İbo’ya girişiyorlardı.
Genellikle de gardiyanlar ellerinden almasın diye kameraların ulaşmadığı banyo ve tuvaletlerde yapıyorlardı bu ağız burun dağıtma işlemlerini. Yüzü gözü kan içinde kalan İbo söylene söylene merdiven altındaki yatağına yönelir ve bütün acısına rağmen yeni mağazanın açılmasını sabırsızlıkla beklerdi. 

Sevgili okurlar. Camilerden ayakkabı çalmalar benim gençlik zamanlarımda çoktu. Ayakkabım çalınacak korkusuyla Cuma namazına gitmemezlik etmeyin. Cuma önemli. Gitmeyinceki kaybınız ayakkabıya benzemez. Söylemediydin demeyin. 
***
Kurtlar ekip halinde gezer ve birlikte avlanırlar. Belgeselden biliyorum. 
Böyle bir kurt sürüsü tepeden aşağıda otlamakta olan koyunları süzüyorlardı. Koyunlar neyse de hele kuzular o kadar harika görünüyorlardı ki. Genç kurtlardan biri harekete geçti ve:
-”Hadi yiyelim şu nefis kuzuları” 
Yaşlı kurtlardan biri hareketlenen genç kurdu ensesinden tutup geri çekti.
-”Duur! Öyle dalıp yiyemeyiz. Koyun sürüsünün başında gezen; o boynunda çivili tasmalar olan çoban köpeklerini gördün mü? Onlar oradayken biz bu koyunlara saldıramayız.” Genç kurt:
-”Tamam. Birazını da onlara veririz. Paylaşırız.” Yaşlı kurt kafasını sallamış:
-”O iş öyle değil!. O it oğlu itler ne kendileri yer, ne de bize yedirir.”

Şimdi ayakkabı meselesiyle bunun arasındaki bağlantıyı merak ettiniz. Doğrusunu isterseniz ben de merak ettim. Bi bağlantı kuramadım. Siz kurarsanız bana yazın. Ben de bileyim.
***
Eski zamanlardan birinde İstanbul’da tembeller çoğalmış. Sokakları işgal eder hale gelmişler. Padişah tebdil-i kıyafet gezerken, gezememiş tabi. Kaldırımlarda miskinler, tembeller. Emir vermiş “Sokakları bu tembellerden arındırın” diye. Yetkililer uğraşıp çözüm üretmişler. Bir han yapıp tüm tembelleri içine yerleştirmişler. “Ekmek elden, su gölden” yaşayıp giderlerken bir gün hanın girişinde yangın çıkmış. Sesler en üst katta odalarında keyifle uzanmış iki tembele kadar ulaşmış. Biri:
-“Yangın var herhalde. Kaçsak mı?”
-“Boş veeer. Nasılsa yetişip söndürürler. Yorma kendini” diye cevaplamış. Bayağı bir hengameden sonra bu iki tembelin yattığı odanın kapısı tutuşmuş. Yanıyor. Nerdeyse yatağa sıçrayacak. Bakmışlar gelen giden yok. Bin bir nazla kalkıp yatağı kapı ağzından pencere kenarına çekmişler. Hemen yığılmışlar yatağa. Biri yatağın eski yerine bakarak:
-“İnsanoğlu kuş misali. Demin neredeydiiik, şimdi nerelere geldik” demiş. 
***
10 dakika önce Arhavi’deydiniz. Ankara, derken Malatya’da…
***
Bu haftalık bu kadar demeden önce detaylar hakkında da bilgilendireyim:
Arhavi’deki Deli Bekir yıllar önce vefat etti. Allah cennetiyle şereflendirsin.
Cuntacı Kenan’ı zaten biliyorsunuz. Bu tarafta işi iyiydi. “Bi sağdan bi soldan” devirip duruyordu. Umuyorum ki öbür tarafta ateşi de “bi sağdan bi soldan” veriyorlardır.
Gazeteci Ahmet Yıldırım abim gazetecilikten sonra uzunca bir süre dondurma imalatı yapıp Türkiye’yi sıcak yaz günlerinde serinletiyordu. Şimdilerde ise Reyhanlı’da şehit aileleri için gayret ediyor.
Hayri Yıldırım abi Aşçı oldu. Ankara Gölbaşı’nda harika işler çıkarıyor. Arada bir de karikatür çiziyor. Makalelerim için karikatürü önce ona teklif ettimdi. İyi ki kabul etmemiş; eski çizimlere tuz, biber katıp önümüze sürerdi.

Haftaya sağ kalırsak, keyfimiz, motivasyonumuz iyi olursa, ilhamlar da bize gelirse, ben de toparlayıp yazabilirsem, Kasım abinin de vakti ve keyfi olur da çizerse tekrar buluşuruz. Siz de okursanız ve yorumlarla desteklerseniz daha güzel bir hafta sonu geçiririz. Yoksa benden çekeceğiniz var.

Kalın sağlıcakla.