dore okulları
Malatya
26 Nisan, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.48
  • EURO
    34.85
  • ALTIN
    2446.9
  • BIST
    9872.93
  • BTC
    64344.43$

Sakarya, Düzce ve Bolu üçgeninde rüya gibi bir gezi

27 Eylül 2021, Pazartesi 15:56
Sakarya, Düzce ve Bolu üçgeninde rüya gibi bir gezi
 




(Kıymetli Malatya Time okuyucuları;
Hepinizi sevgi, saygı ve hürmetle selamlıyorum. 
Değerli hocam Ebuzer Aydın’la uzun bir telefon görüşmesi yaptık. Kendileri Malatya Time için de yazmamı talep etti. Dünyada, Türkiye’de ve ağırlıklı olarak da Malatya’da gezi düzenliyor ve seyahat yazıları hazırlıyorum. Ayrıca ülkemizin ve Malatyamız’ın tanıtımı için fotoğraflar çekiyorum. 
Bugünden itibaren artık sizlerle beraber olacak, Allah ömür ve güç verdiği müddetçe sizlere gezi yazılarımı ve fotoğraflarımı sunmaya çalışacağım. Burada yazmama vesile olan Ebuzer Aydın hocamıza canı gönülden teşekkür ediyorum. 
Ebuzer Hocamızla görüşmemizden sonra ilk gezi Bolu, Düzce ve Sakarya yayla ve göllerine nasip oldu. Bu yüzden sizlere ülkemizin bu güzel ve şirin bölgesinden sesleniyorum.
Allah nasip ederse, Malatya’ya döndüğümde kendi memleketimizin farklı yörelerini gezip yazılar yazmaya ve fotoğraflar çekmeye çalışacak, sizlerle bunları paylaşacağım. Şimdilik sizleri bu yazımla başbaşa bırakıyor, selam ve saygılarımı sunuyorum.)




Bu gezi yazısının mimarı ve telif hakkı Peraş (Uzuntaş) köyünden Pütürgeli gardaşım Recep Karakuş’a aittir. 
Neden? 
Çünkü bu geziyi düşünen, planlayan, uygulayan Recep’tir… Bu yüzden çok büyük zevk aldığım bu gezinin yazısını Recep’e ithaf ediyorum. Ta iki sene öncesinden söz vermişti bana… Arada birçok engeller çıktı, Korona belası gibi… Derken yolumuz İstanbul’a düştü ve ilk fırsatta Recep harekete geçti. 
Haydi gidiyoruz; 
İstikamet Acelle Yaylası!
Ekip hazır: Ben, Recep, Erdinç, Selahattin ve Muhammed… İki Malatyalı, bir Kars Ardahanlı, Bir Gaziantepli ve bir de Kamışlı… 
Cumartesi günü saat 14.00’te hareket edecek, akşam karanlık basmadan yaylaya ulaşıp çadırımızı kuracaktık. Fakat burası İstanbul, asla hiçbir şey planladığınız gibi yürümez. Yoğun iş, trafik ve hazırlık size en az üç saat rötar yaptırır. Saatler 17.00’yi gösterdiğinde İstanbul’un yoğun trafiğinin arasına düştük. Bu demektir ki, biz karanlıkta yol alacak ve karanlıkta yaylaya ulaşacaktık. 
Aramızda kim geç kaldı diye başlayan tartışma sonuçlandı, fatura Selahattin’e kesildi… Ceza: Dönüşte Bolu’da bize ziyafet çekecek! Her krizden müspet bir sonuç çıkaracak kadar yetenekliyiz! 
Sakarya Akyazı merkezine ulaştığımızda karanlık çökmüş, akşam ezanı çoktan okunmuştu. Son alışverişlerimizi yapıp direksiyonun yönünü Acelle Yaylası’na çevirdik. Yaklaşık 30 kilometrelik yayla yolunun güzelliklerini hiç göremeden, bir kare dahi fotoğraf çekmeden aşacaktık. İçimden, “Ah ne olasın sen Selahattin emi!” diye söyleniyordum. Karanlıkta sanki rüyadaymışız gibi seyrediyoruz. Geri dönüşte bu yollardan mı geçeceğiz? Hayır. “Neyse canın sağ olsun, daha güzel yerler var, oraları çekersin”, diye beni teselli ediyor ekip… 
Soğuk ve sisli bir havada Acelle Yaylası’na ulaştık. Beş kişiyiz, çadırı kuracak ve akşam yemeği için mangal yakacaktık. Karanlıkta nasıl olacak, nasıl yetişecek, diye düşünürken… Her şey, evet ama her şey 10-15 dakika içinde oluverdi. Araçtaki bir traktör dolusu malzemeler indirildi, aydınlatma sistemi devreye sokuldu, otağ şeklindeki çadır kuruldu, ısınmak için ateş yakıldı, masalar ve sandalyeler yerleştirildi, mangal tutuşturuldu, yataklar serildi, velhasıl kamp düzeni şipşak kuruldu. Ben şoktayım adeta… 




Yahu Recep, sen nasıl güzel ve becerikli bir adamsın, sen bu kadar malzemeyi ne ara hazırladın, nasıl bir organizasyon yaptın? İnsan birazcık hata yapmaz mı? Hayranlık daha o dakikada başladı. Kamp ve gezi profesörleri bile Recep’in eline su dökemez. Ekip kusursuz kamp ve gezi düzenini oluşturmaktan yorulmadı, ben ise taktir ve tebriklerimi gezi boyunca sunmaktan yorulmadım. Gezinin başlangıcındaki üç saatlik rötarı saymaz isek, baştan sona 10 numara bir hazırlık ve organizasyon gerçekleştirildi. Ekip kafa dengi, program da 10 numara olunca gezi hayatımın en zevkli ve efsane programı gerçekleşmiş oldu. 
Sisle kaplı, karanlıklar içinde kalan Acelle Gölü’nün kenarında yaktığımız ateşin çıtırtıları kulağımıza bir müzik bestesi gibi geliyor, etrafa saçılan ateş kıvılcımları ve yüzümüzü aydınlatan alevi, ünlü bir ressamın tablosunun önündeymişiz gibi seyrediyoruz. 
Gece muhteşem başladı. 
Ay sisli havanın içinden inadına yüzünü göstermeye çalışıyor. Göl kenarındaki kurbağalar bize hoş geldin der gibi ötüp duruyor. Gölün karşı yakasında hoş bir sadâ çalıp duran Türk Sanat Müziği eseri yaylada yalnız olmadığımızı anlatıyor. Hatta birkaç ışık kümesi de görebiliyoruz, demek ki bizden başka kampçılar da var. 
Ekiple ateş etrafından koyu bir sohbete dalarken bir yandan da gün aydınlandığında, sabah kalktığımızda beni nasıl bir manzaranın karşılayacağını düşünmeden edemiyorum. Ben sabahı geceden yaşamaya başladım. Arada bir kendimi dürtüyor, “Acele etme, sabırlı ol Alişan, geri dön, gecenin keyfini yaşa, sabaha elbet kalkarsın (inşallah)” diye söyleniyorum. Ekip benim hâlâ gecede kaldığımı sanıyor, bu yüzden gece sohbetinin ayarını bir türlü tutturamadım. 
Gecenin son faslı çay ziyafeti de geldi çattı. Artık istirahat vakti. İçinde soba kurulan bir çadırda ilk defa yatacaktım. Ekip yatar mı yoksa sabahı mı bekler, bilmiyorum. Otağın kapısını aralayıp odun sobasının ısıttığı çadırıma giriş yaptım. O dakikada kendimi Osmanlı Sultanı gibi hissettim, ekip arkadaşlarımı da sadrazam, vezir, silahtar paşa gibi gördüm. Çünkü ekip kamp hazırlığını tamamen benim üzerime inşa ediyor, rahatım için ellerinden geleni yapıyor. Nasıl havalara girmeyeyim ki! 
Ertesi günü bayram sabahına uyanacak ve bayramlıklarını giyecek olan çocukların sevinç, heyecan ve mutluluğuna tutulmuş gibi hissettim kendimi. Öylece şişme bot yatağına uzanır uzanmaz derin bir uykuya dalmışım. 
Sabah karanlığın aydınlıktan kopmak üzere olan anında uyandım. “Bismillah” deyip çadırın içinden kendimi dışarı attığımda karşılaştığım manzara büyüleyiciydi. Gece boyunca yanan ateşin etrafında ekipten iki kişi vardı, demek ki, padişahın (yeni benim) nöbetini tutmuşlardı.




Çiğ taneleri, gece yağmur yağmış izlenimi veriyor. Her taraf ıslak. Güneş belli belirsiz sis tabakasının arkasından doğmaya çalışıyor. Sis henüz Acelle Gölü’nü net bir şekilde görmeme izin vermiyor. Ben de nöbet tutan iki askerimin ateş başında mahmurlaşan, uykusuzluktan büzülen, göz kapakları zor açılan hallerini fotoğrafladım.  
Birkaç saat sonra sis arkasından bir rüzgâr itekliyormuş gibi çekildi ve Acelle Yaylası tamamen gün yüzüne çıktı. 
Aman Allah’ım bu nasıl bir güzellik! 
Bu nasıl bir hava!
Bu nasıl bir sessizlik!
Bu nasıl bir mucize! 
Ormanın tam ortasına kurulmuş bir inci tanesi sanki… Göl de bizimle beraber uyanmış, sabah güzelliğine bürünmüş. Sakin, tertemiz, pürüzsüz… Durgun ve asil… Sonsuzluk hissi veriyor insana… Yıpranmış bedenlere şifa, acılarla kavrulmuş ruhumuza ilaç…  İnsanın yeryüzü üzerinde yaşadığına inanası gelmiyor. Başka bir aleme göç ettiğimize inanmak üzere iken etrafta gördüğüm çadırlar bana hâlâ dünyada olduğumu hatırlattı. 
Öyle değil mi? Bunca gürültü, patırtı, koşturmaca, kavga, hırs ne için? Değer mi? Sadece çalışmakla geçen zamanınızı “hayat” olarak mı görüyorsunuz? Bu fani dünyanın güzelliklerini, büyüleyici manzarayı görmeden, bir gölün etrafında gecelemeden göçüp giderseniz yaşamış mı olursunuz?  Çiğ kokan bir ormanda yürümeden, yosun tutmuş bir ağacın kovuğuna oturup dinlenmeden, gölün ormanla, ormanın masmavi gökyüzü ile buluştuğu ufku, güneşin kızıla boyanıp battığı ve doğduğu vakitleri seyretmeden gidecek misiniz? İnsan bir günlüğüne bile olsa Acelle’ye misafir olmaz mı? 
Bu güzelliklerin, bu muhteşem tabiatın arkasında bir “Güç” var. Kendiliğinden var olamaz. Tefekkür, düşünce ve akıl sahipleri ancak bunu fark eder. Bu görünen varlığın, bizi hayran bırakan sistemin sahibine hamt etmezseniz gezmiş ve görmüş sayılmazsınız. Hatta nankör sayılırsınız. Biz de tabiatın sahibine şükranlarımızı sunuyor, hamdü senalar ediyoruz. 
“Allah’ım sen büyüksün, teksin ve mutlak kudret sahibisin. Bize hem bu dünyada hem de ahirette güzellikler nasip eyle! Bizi bağışla! Bizleri senden razı olan kullarından eyle! Ayaklarımızı sıratı müstakimde sabit kıl! Bizi ıslah eyle (Amin amin)” 
İnsanoğlu yaratılıştan sabırsız ve doyumsuzdur. Peki biz Acelle Yaylası ve gölün güzelliğine doyduk ve tatmin olduk mu? Hayır. Daha fazlasını istiyoruz. Daha fazla yayla ve göl görelim Recep… Bizi götür, bizi uçur, bizi yaylalar diyarında rüyalar alemine bırak! İstanbul’un üzerimize çöken kara bulutlarını dağıt! Kalbimizin istediği yerlere götür bizi! 




Recep bizi hiç kırar mı? 
Sakarya, Düzce ve Bolu üçgeninde bizi o yayladan bu yaylaya, o gölden bu göle uçurup durdu. Allah’ın bir hikmeti, bir gün de sığar mı dağları aşıp bu kadar yayla görmek ve gölleri gezmek? 



Nasıl bir ruhani atmosfer içindeyiz ki, düşünün, sabah saat 11.00’de Acelle’den ayrılıp sırasıyla Sultan Pınar Gölü ve Yaylası, Sülüklü Gölü, Pürenli Gölü ve Yaylası, Balıklı Yaylası ve Güzeldere Şelalesi’ni gezdik. Arada irili ufaklı köy, dere, şelale, yaylaları da saymıyorum. Peki, üç şehir, üç dağ aşıp, zorlu ve dolambaçlı yollardan geçip nasıl oldu da yarım günde bu kadar yer gezebildik? O da bize kalsın. 



Allah, her birini ayrı bir güzellikle ve estetikte yaratmış… Göller ve yaylalar arasında sanki mutluluk halkalarından müthiş bir gezi rotası dokuduk. Bunun yanı sıra gezdiğimiz doğal güzelliklerin tadını çıkarırken asla bir çöp dahi geride bırakmadık. Allah’ın yarattığı tabiatı asla kirletmedik. Allah’ın tertemiz yarattığı ormanları, gölleri ve tabiatı tertemiz, geride inancımıza uygun bir izlenim bıraktık. Çevreye saygısı olmayanın Allah’a da saygısı olmaz, dedik. 



Yayla gezimizin arkasında taktir edilmesi gereken büyük bir emek, müthiş bir beceri ve samimi bir ilgi vardı. Recep’in fedakarlığı, paylaşım duygusu, unutulmaz emeği, sakin güç Erdinç’in ağırbaşlılığı ve yerinde müdahaleleri, Selahattin’in sabahlara kadar nöbet tutması, esprileri ve sohbeti, Muhammed’in pratik yönü ve çalışkanlığı unutulacak gibi değil. Hayatımın en değerli gezisini bana armağan eden başta değerli dostum Recep’e, sevgili arkadaşlarım Erdinç’e, Selahattin’e ve Muhammed’e yürekten teşekkür ediyorum. Bir sonraki gezimizde buluşmak üzere Allah’a emanet olun.