Sarı Gül
19 Kasım 2024, Salı 14:00
(Rahmetli Lütfi Gülşen anısına, bir Tecde öyküsü)
Öykümüzün geçtiği 1940’lı yıllarda Tecde; kentin batısında şirin bir köydü. Üst başından geçen Derme suyunun suladığı meyve bahçeleriyle sanki cennetten bir parça gibiydi. Evler bu yeşillikler arasına gömülmüş, görünmez olmuştu. Her evin arkasında çeşit çeşit meyve ağaçları bulunan bir iki bahçesi vardı. Ağaçsız bırakılan yerler sebzeliğe ayrılırdı. Kimse dışarıdan ne meyve, ne de sebze alırdı. Tersine; onlar ürünleriyle çarşıları, pazarları doldururdu. Başlıca geçim kaynağı bunlardı.
En iyi, en tatlı, en kokulu elma, armut, şeftali, kiraz, vişne, erik, kızılcık, dut, ceviz, üzüm orada yetiştirilirdi. İlle de kayısısı... Hacıkız, Hasanbey, Çöloğlu, Hacihaliloğlu, Şekerpare, Hudayı gibi birçok cinsleri vardı. Genelde hepsinin adı yerli diliyle mişmişti. Kendiliğinden biten, aşısız olanlara hudayı ya da zerdali denirdi. Çekirdeği acıydı. Bundan pestil yapılırdı.
Bu şirin köyün Hocası olan Mıkdat Gülşen’in yedi çocuğu vardı. Bunlardan en küçüğü olan Lütfi’nin dört ablası iki de abisi vardı. Babası hiçbirini okutmamıştı. Kızları erkenden gelin etmiş, oğlanları bağ bahçe işlerine koşmuştu. Lütfi okumak istiyordu. Okuyacak öğretmen olacaktı. İsteğini Zöhre Anasına durmadan söylüyor, babasını buna ikna etmesi için adeta yalvarıyordu. Lütfi’nin ısrarına dayanamayıp sonunda ilkokula göndermişlerdi.
Lütfi çok çalışkandı ve hep sınıf birincisiydi. İlkokul bitince ortaokula başladı. Köyde ortaokul olmadığı için şehre yürüyerek gidip geliyordu. Ana yola çıkınca Yeşilyurt nahiyesinden ve daha da uzaktaki Gündüzbey köyünden gelen öğrencilerle birleşir sığırcık sürüsü gibi yolları kapatırlardı. Tecde’den kendisi gibi 3-4 arkadaşı vardı. Yol boyunca konuşa konuşa gidip geliyor, birbirlerine destek oluyorlardı. Lütfi’nin en iyi anlaştığı arkadaşı Hayrettin Abacı’ydı. Onunla hep edebiyattan, şiirden, öğretmenlikten konuşurdu. Ortaokul birinci, ikinci sınıf yaz tatillerinde islim denilen, kayısıların işlenme işlerinde çalışmıştı.
Hacı Ahmet Ağa, yalnız Tecde’nin değil, o yörenin en zenginiydi. Köyün yarısı onun sayılırdı. Bahçelerinin ucu bucağı görünmezdi. Üç katlı, görkemli konağının arkasından başlar, Samanlı Mahallesi’nin altından, Karakavak’a kadar uzanırdı. Bir ucu da Barguzu Köyünün sınırlarına dayanırdı. İçinde sebzelerden, meyvelerden yana ne ararsan bulunurdu. Köyün meyve deposu gibiydi. Ayrıca bir de kayısılıkları vardı ki eşi, benzeri bulunmazdı. Diğer cinsler buraya sokulmamış, sadece şekerpare cinsine ayrılmıştı.
Ağa, babasının has ahbabıydı. Arada bir de kirvelik vardı. Yabancı sayılmazdı. Okul tatil olur olmaz Lütfi oraya, kayısı işletmesine koşardı. Çalışarak okul masrafını çıkarırdı.
Orada kendi yaşıtı çocuklarla, güle oynaya çalışmak hoşuna giderdi. Kayısı işlerini bir çeşit oyun sayardı. İlkokul arkadaşı Gül de orada çalışıyordu. Gerçekten ismi gibiydi. Sarı Goncagül... Babası neden ortaokula göndermemişti? Sarı saçları, çilli yüzüyle onu kayısıya benzetiyordu.
Babasının okumasına engel oluşuna da kızıyordu. Hâlbuki okuması, yazması, matematiği gayet iyiydi. Çalışkandı. Lütfi’nin babası hocaydı. İleriyi düşünmüyordu. Lütfi onu dinlememişti. Demek Gül bu cesareti gösterememişti. Yemek paydoslarında, okul günlerini konuşarak şakalaşırlardı. Sonra kayısıları çiğnerken ona bakarak, yeni öğrendiği türküleri mırıldanırdı.
“Gül’üm seni alıp dağa kaçarım,
Karlı dağ ardına çadır açarım,
Kahve bulamazsam kenger içerim,
Elbet ben de Gül’ümü beslerim.”
Ama sesini, içinde kabaran tatlı duyguları ona bir türlü duyuramazdı.
Ağa, babasının dostu olduğu için getir götür gibi hafif ayak işleriyle kayısı çiğneme işini ona vermişti. Bu işleri yaparken pek yorulmazdı. O zamanlar kayısı işlemleri hep elle, ayakla yapılırdı. Bugünkü teknik olanaklar yoktu.
-Haydi oğlum Lütfi kayısılar sen bekliyor. Var gücünle çiğne, bastır!.. Bütün sularını çıkar. Çekirdekler ayağını kesmesin. Dikkatli ol!, derdi.
Zerdali cinsi aşısız kayısılar, yerden bir metre yükseklikte bir büyük kazana konurdu. Ağzına kadar, tıka basa doldurulurdu. Bakır kazanın tabanında yüzlerce küçük delikler açılmıştı. Bunlar süzgeç görevini yaparlardı. Kazan kıpırdamasın diye bir ağaca sıkıca bağlanmıştı. Ağaca tutunarak kendini kazanın içine atardı. Pantolonunu yukarı kıvırır, saatlerce onları ayaklarıyla çiğner dururdu. Bazen yavaş, bazen at gibi koşardı. Düşmemek için ağacın dalına sıkıca yapışırdı. Hem çiğner, hem de gelecek günlerin düşünü kurardı. Öğretmen okuluna gidecekti. Okulu bitirince köylere koşacaktı. Oradaki çocuklara bir ışık olacaktı. Bildiklerini, Cumhuriyetin güzelliklerini, Atatürk İlkelerini anlatacak, karanlıkları aydınlatacaktı. “Gül de yanımda olur mu acaba?” diye düşünürdü. Duygular, düşler dönüp dolaşır bu noktada düğümlenirdi. Avuntu için gene türkülere sarılırdı:
“Anom anom anom Kernekli misin
Anom anom anom Tecdeli misin
Benimle gelmeye yeminli misin?..” der, bazı yerlerini kendine uydururdu.
Geniş leğenlere, teştlere süzülen kayısı suları oradan alınırdı. Biraz unla karıştırılıp kaynatılır, bulamaç yapılırdı. Bakır kovalarla alınan bulamaç yağlanmış, perdahlanmış, özel yapılmış tahtaların üzerine yayılırdı. İki üç gün kızgın güneş altında kalan pestiller, özel işlemlerle yerinden alınır, katlanırdı. Satışa hazır duruma getirilirdi.
İşin asıl zor olanı Şekerpareleri islimlemekti. Bu işlem de basit, ilkel usullerle yapılırdı. Buna çir yapma da deniyordu. Kayısılar erkenden toplanırdı. Sandıklara konarak islim damının yanına yığılırdı. Ağa, yalnız kendi bahçesindekilerle kalmaz, çevreden, yakın köylerden getirilenleri de alırdı, geri çevirmezdi. Kimseyi incitmez, herkesin hakkını verirdi. Saygın bir kişiliği vardı.
Bu nedenle mi, yoksa iyi fiyat verdiğinden mi, köyün çoğunluğu kayısılarını hep ona getirirlerdi. Sandıklar, sepetler dağ gibi yükselirdi. Hesap işlerine bakan kişi gelen kayısıları tartar, hesabını yapar ve paralarını öderdi. Çoğu onun adını bilmezdi. Kâtip, ya da kantarcı derlerdi.
-Kantarcı benim dört sandık şekerpare kaç kilo geldi? İki sepet de hudayım vardı.
-Seksen, seksen!.. Sepetler de yirmişerden kırk!..
-Benim altı sandık hudayım vardı, pestillik. Kaçtan sayacaksın?
-Siz hele hayvanları buradan çekin, bir yerlere bağlayın. Ben hesaplarını yaparım.
-Kaçtan, kaçtan?..
-Yirmi beş kuruştan. Şekerpareler elliden. Piyasası böyle!..
Yakın köylerden gelenlerle orası bir panayır yerine dönerdi. Katırlar, atlar, eşekler, boy boy insanlar... Anırmalar, kişnemeler birbirine karışırdı. Herkes güneş kızmadan işini bitirip, evine erken dönme telaşındaydı. Kayısı alım yerinin biraz uzağında, el ayak değmeyecek bir yerde islim damı bulunurdu. Kayısılar özel saratlara tek tek diziliyordu. Damın içine özenle sıralanıyordu. Bu iş de bitince damın kapısı kapanır, kenarları buhar sızmasın diye çamurla bir güzel sıvanırdı. Şimdi işlem tamamdı. Ocağın ateşlenip, kükürtün yakılarak buharlaşmasına başlamalıydı. Ocağın sönmemesine, en az oniki saat düzenli yanmasına dikkat edilmeliydi. İşlerin tümü, özellikle de islimin yakılması ağanın gözetiminde yapılırdı. Bir aksilik olmasın, kayısılar bozuk çıkmasın diye dua edilirdi. Heyecanla beklenirken ağanın kalın sesi duyulurdu:
-Hanımlar kıpırdanın. Elinizi çabuk tutun!.. Hatça Bacı onları biraz dürtükle!.. Birkaçını da kabuk yarmaya gönder, derdi.
-Olur Hacı Ahmet Ağam. Gül, Türkmen, Emine, İrem koşun kabuk yarma işine. Elinizi çabuk tutun!..
Lütfi de kızlarla birlikte olmak isterdi. “Hem çalışır, hem konuşurum. Gül’üme biraz daha yakın olurum” diye düşünürdü ama içi gittiği halde işinin başından ayrılması olanaksızdı. Onu izlemekle yetinirdi. Kokusu gelsin yeter, derdi.
Süre dolunca islim kapısı açılıp, oda havalandırmaya bırakılırdı. Kayısılar kükürt buharını emince süslenmiş sarı geline benzerdi. Baktıkça insanın içi açılırdı. Koklayıp öpesi gelirdi.
Soğuduktan sonra erkek işçiler, özenle saratları alıp, güneşe taşır, kurumaya bırakılırdı. Bu sırada islim işletmesinde bir coşkulu hava eserdi. Herkes kayısılar iyi çıktı diye birbirini muştulardı. Ağa da kurban kesip, tüm işçilere yedirmekle mutluluğunu belli ederdi.
Birkaç gün de yaygılar üzerinde kuruyan kayısılar, kıvama gelince yassılanırdı. Bu işi genelde kadınlar yapardı. Parmakların ustası olması, tapıklarken onları patlatmaması gerekirdi. Arada bir parmaklar tastaki suya batırılarak yapışkanlık giderilirdi. Tüm işler güneşte olurdu. Yassılama sırasındaki nemlenmeyi gidermek için gene bir iki gün güneşte bekletilirdi. Sonra özel hazırlanmış yarımlık, kiloluk kutulara dizilirdi. Gül, ambalaj işlerinde ustalaşmıştı. Küçük elleriyle pıtır pıtır, düzgün bir şekilde kutulara sıralardı.
Lütfi tüm bildiği türküleri hep ona uyarlamıştı. Türkülerde onu yaşatmak istiyordu. Harput türküsünü şöyle uyarlamıştı:
“Kar mı yağdı Beydağı’nın başına
Kurban olam toprağına taşına
Şu gençlikte neler geldi başıma
Küçücekten bir yar sevdim oy nenni…
Lütfi’nin bu gençlik sevdası içinde yıllar su gibi akıp geçmişti. Ortaokul, lise bitmiş, Ankara’nın yolu görünmüştü. Bu süreçte zor günler yaşasa da, Gazi Eğitim Enstitüsünde okuyup öğretmen olmuştu. Ama yüreğinin derinliklerine gömülen Gül sevgisinin yerini kimseler dolduramamıştı. Köyünün islimli kayısı kokusunun özlemiyle Anadolu’nun çeşitli yerlerinde, beş altı yıl görev yapmıştı. Bir gün “Kıbrıs Türk Okullarında görevlendirildiniz” haberini alınca, işlemleri yapmak üzere Ankara’nın yolunu tutmuştu. Sevinçliydi.
Bakanlar kurulu kararıyla oraya seçilmiş olmanın gururunu duyuyordu. Bir iki gün sonra Adana Havaalanı’ndan Kıbrıs’a uçacaktı. Biletini almış, eşyalarımı emanete bırakmıştı.
Uçağın kalkış saatine kadar Adana’yı dolaşmıştı. Girişe yakın masaların birinde Gül’ü görünce gözlerine inanamamıştı. Duraksamıştı. İkircik içinde birkaç adım daha atınca:
-Ooo! Lütfi buralarda işin ne? Ne geziyorsun? Buyur otur bakalım, demişti. Kocasıyla tanıştırmıştı:
-Lütfi, benim ilkokul arkadaşım. Köylüm. Beşi bitirene kadar birlikte okuduk. Yazın da kayısı işlerinde çalıştık... Bu da eşim Tarık.
-Asıl ben seni merak ettim Gül. İlkokuldan sonra ne yaptın? Hasan Dayı seni bir türlü okutmak istemiyordu. İnadını kırabildiniz mi?
-Malatya’ya kız enstitüsü açılınca rahmetli babama bir kez daha yalvardım. Israr edince hevesimi kırmadı. Köyden Hatice, Halide, Elif, Behice de gidince, onlarla gider gelirsin, dedi. Enstitüden sonra da Ankara Yüksek Kız Meslek Okulu... Orayı da bitirip, sizin kervana katıldık. Eşim matematik öğretmeni. İkimizin de Kıbrıs’a ataması yapıldı. İki yıldır Limasol Türk okullarında çalışıyoruz. Burada uçak vaktini bekliyoruz, demişti.
-Desene birlikte yolculuk yapacağız? Ben ilk kez gidiyorum. İki yıldır orada öğretmenlik yaptığınıza göre bana yardımcı olursunuz değil mi? demişti.
Uçakta yan yana oturmuşlardı. İşte yıllardır düşlediği Sarı Gülüm dediğim Gül ile birlikte maviliklere süzülüyordu. Bulutlar arasına dalıp çıkıyor. İçinde bir kuş çırpınır gibi oluyordu. Gül, durmadan konuşuyor, ona Kıbrıs’ı anlatmaya çalışıyordu. Lütfi de içinden ”İnşallah onların okuluna verirler” diyordu. Gül:
-Ah ne güzeldi çocukluk yılları... Bir daha başa dönebilsek ne iyi olurdu. Deyince Tarık suskunluğunu bozmak zorunda kalmıştı.
-İki Malatyalı okul arkadaşı buluşunca dünyayı unuttunuz. Anladık Malatya güzel. Kayısılarınızın tadı, kokusu hiçbir yerde bulunmaz, deyince Gül:
-Malatya kayısılarının ünü dünyayı tutmuştur. Malatya deyince kayısı, kayısı denince de Malatya akla gelir. Bu iki isim özdeşleşmiştir. Şimdi bir de türküsünü söylersek iyice kıskanırsın Tarık, deyip melodisiyle birlikte, coşkulu bir şekilde şarkıya girmişlerdi.
“Malatya, Malatya bulunmaz eşin
Gönülleri coşturur ayla güneşin...”
Malatya’ya hiç toz kondururlar mı? Orada doğmuş, orada büyümüşlerdi. Çocuklukları, gençlikleri orada geçmişti. İlk aşklar, sevgiler!.. Ayrılıklar!..
-Temiz havasıyla, soğuk sularıyla, sevecen halkıyla, tatlı meyveleriyle, ayı güneşiyle benzeri bulunmaz, dedi Gül. Hele çeşit çeşit kayısıları, şekerparesi...
Ardından Lütfi söze girmişti:
-Şekerparenin ilacı yazın kızgın güneşiyle kükürt sayılır. Kayısılar sanki güneşin tüm ışınlarını içlerine çeker, emerler. Onunla birleşir, olgunlaşırlar. Malatya’nın barış, sevgi, kardeşlik dostluk güneşini ulaştığı her yere, satıldığı her ülkeye taşırlar.
Gül’ün tatlı sesi konunun değişmesine neden olmuştu:
-Şimdi Akdeniz’i geçiyoruz, bulutlar arasında olduğumuzdan açıkça görülmüyor. Şu uzaktan görünen Karpat Burnudur. Biraz sonra Lefkoşa’dayız...
Lütfi’nin içinde bir boşluk, bir ürperti. Hava alanında vedalaşırken:
-Görüşelim Lütfi. Bakarsın bizim okula verirler. Yine hep birlikte oluruz, deyip elini sıkarken; zaman zaman saz da çalan ve Sarı Gelin türküsünü dilinden düşürmeyen Lütfi:
-Dünya hakikaten küçükmüş. İki Tecdeli… Nereden nereye… Görüşürüz inşallah, diyerek kendi yaşamına dönmüştü.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.
Yorumlar
Hüseyin Özateş
22-11-2024 10:44Değerli dostumuz, her yazdığınız gibi bu yaşanmışlığı bir türkü,şarkı tadında anlatmışsınız. Yüreğinize sağlık.Sağlığınızın yerinde; yaşantınızın uzun ve yazılarınızın devamlılığını dilerim.Ailece selam gönderiyoruz.
Mustafa KILIÇ
19-11-2024 16:29Suatcığım, eline zihnine ve kalemine sağlık.İslim olayını ayrıntılı olarak anlatmana bayıldım. Çok duygulu bir yazıydı. Yüzümüzde güneşin sıcaklığını hissettik. Sağol..Herkese kaysı yemek nasip olur, inşallah. Sevgi tadında..selamlar
Tülün Şahin
19-11-2024 14:42Abim emeğine sağlık o kadar heycanla kendimi kaptırdım ki okudum duygulandım,sevindim güzel bir duyguydu