Şehir Hayatı, Kültürel Yozlaşma ve Biz
05 Haziran 2025, Perşembe 11:53
Aşkın olmadığı sokaklara bankalar hâkim olur.
(Cahit Zarifoğlu)
"Hüner, bir şehir bünyad eylemektir;
Reaya kalbin âbâd eylemektir"
(Fatih Sultan Mehmet Han)
Türkiye’de “şehir” var mı? Ya da bugün sokaklarında dolaştığımız ve adına “kent” dediğimiz Malatya gerçek anlamda bir “şehir” sayılır mı?
Bu mekânların şehir kültürü ve yaşama tarzı nerede?
Şöyle bir kafamızı kaldırıp çevremize baktığımızda ya da Karakavak’tan başlayıp İstasyon Caddesi, Kışla caddesi boyunca yürüyüp, Çöşnük’e vardığımızda ne görüyoruz? Gecekondular, çirkin ve iğreti binalar, kirli havalar, çıplak dağlar, arabalar, egzoz dumanları, zevksiz ve estetikten yoksun tabelalar, dar kaldırımlar, çarpık şehirleşme, seyyar satıcılar ve bunların arasında dolaşan asık suratlı insanlar…
Şu yaşadığımız şehirde sadece İslam’ın değil, bütün inançların kendisini rahatlıkla ifade edebileceği, kültürel değerlerini sürdürülebilir şekilde yaşayabileceği bir atmosfer var mı?
Özgün kültür nerede?
Bu şehrin tarihi ve mimari yapısı nerede?
Malatya’nın bir kimliği ve kişiliği var mı?
Bu vakayı nasıl çözümleyeceğiz?
Bu niye böyle oldu?
Pagan kültürün, seküler zihniyetin şekillendirdiği Batı orijinli siyasal, politik, ekonomik yapılanmanın veya öykünmenin vazgeçilmez sonucu, ne Batı ne de Doğu olabilmiş, arafta sıkışmış kişiliksiz/kimliksiz bir profil çıktı karşımıza…
İşte seküler liberalizmin altın tabakta bize sunduğu hayat:
Konut sıkıntısı, gecekondulaşma, yoksulluğun ve suç oranlarının artması, zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesi, sağlık sorunları, altyapı yetersizliği, trafik tıkanıklığı, çevre faciaları, su, toprak ve havanın kirlenmesi, yeşil alanların azalması, küresel ısınma, yabancılaşma, yaban hayatın yok olması, gürültü kirliliği, şiddet, gerilim, stres, intihar, dilencilik, işsizlik…
Şehir nedir? Şehir estetiği nedir? Mekân tasavvurumuz, çevre, tabiat, canlı tasavvurumuz nedir?
Bütün bu sorular gündemimize çok az gelen konulardır. Hâlbuki bizim bir mekân ve tasarım tarifimiz olmalı değil midir? Allah-insan-mekân (kâinat) üçgenindeki ilişkilerin boyutları, hangi inanca ve tasavvura göre belirlenmektedir?
Biz çevreye nasıl bakarız?
İnsan, Allah, çevre… Çevre; yaratıcının bir tezahürü…
Biz biliriz ki, kendimiz de çevremiz de, bu kâinat da bize Allah’ın bir emanetidir. İsraf edemeyiz, hor kullanamayız, menfaatimiz için tabiatın sırlarını ve sınırlarını fazla zorlamamalıyız Tabiat, bir dereceye kadar tahribatın acısına dayanabilir. Ya sonrası? Tam bir felaket olur. Küresel ısınma, kuraklık, ozon tabakasının delinmesi, küresel çevre kirliliği…
İnancımız ile Sekülarizmin (dünyevilik) tabiata bakış açısı taban tabana zıttır. Birisi onu anlamayı, onunla dengeli bir şekilde yaşamayı şiar edinirken, ötekisi tabiatı zapturapt altına almayı, daha çok menfaat ve zevki için onu tüketmeyi hedef edinmektedir.
*****
Konuttan başlamamız lazım...
Konut kavramı sadece barınacak bir yer, işyerleri sadece geçim parasının kazanıldığı bir ticari dükkân, şehirler sadece zevk ve tüketim için yaşanacak mekânlar mıdır?
Binalar ve binalardan oluşan şehirler moral ve ahlaki değerler göz önüne alınarak mı inşa ediliyor?
Yani konut yapımı sadece teknik ve fiziki bir mesele midir?
Yerleşim düzeninin ve kentlerin dokusunun yerel kültüre ve inanca göre şekillenmesi gerekmez mi?
Peki, bir insan eve inancının şeklini verebilir mi?
Konutların planlarına bir göz atalım. Bir ev neye göre çizilir? Kaç kişi yaşayacak içinde? Nasıl yaşayacak? Lavabolar, tuvaletler nasıl olacak? Pencere nereye açılır, çatısı balkonu nasıl yapılır, hangi malzemeler kullanılır, nasıl bir şekil verilir? Kıblesi, namazı, kurbanı vs. olan bir insanın evi nasıl olmalı?
İnsanın sağlıklı bir şekilde yaşayabilmesi için belli sınırlar dâhilinde havaya, suya, ısı derecesine ve korunmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Ancak ne eskiden ne de şimdi konutların fonksiyonlarının belirleyici çizgisi bu alt sınırlar olmamış, insanlar değer yargılarıyla tanımladıkları bir mekân organizasyonu tercih etmiştir. İsrafı ve gösterişi hoş görmeyen bir inancın müntesipleri, sade ve gösterişsiz bir yerleşim düzenini tercih ederler, öte yandan kendi değer yargılarından kaynaklanan bir motivasyonla bazı toplumlar, kendi varlık ve başarılarını ebedileştirmek gayreti içerisinde çok abartılı ve iddialı mekânlar oluşturmuşlardır. İnsanoğlunun mekândan beklediklerinin alt sınırı beşeri ve fizyolojik olduğu halde, üst sınırı sadece değer yargılarına bağlıdır, insanoğlu bu değerlerle uyumlu olmak şartı ile daima daha fazlasını daha iyisini istemektedir. Yani bir kişi evini bedeni ihtiyaçlarından çok değer yargılarına göre inşa etmektedir, etmelidir…
Aynı durum, diğer kaynakların kullanılması sırasında da tezahür etmektedir. Yani değer yargılarına göre yemesi, içmesi, oturması, tüketim yapması, davranması, yürümesi, çalışması, sevmesi, ağlaması, ticaret yapması, seyahat etmesi, idarecilik yapması, sabah kalkması, akşam yatması, sanat yapması, kültürel aktivitede bulunması vs.
Yani inandığı gibi yaşamak, yaşadığı gibi inanmak...
Bize göre;
Yapıların içi ve dışı gösteriş için değil, ihtiyaç ve sükûnete göre tasarımı yapılır. Geçici bir hayatın gerektirdiği şekilde, savurganlık ve israftan uzak, insani ihtiyaçların makul bir denge gözetilerek temin edildiği, hedonist (hazcı) ve bencil bir konfor anlayışına sahip olmayan, kadının ve erkeğin özgürlük alanı olan evler, şehrin ana gövdesini oluşturur.
***
İslam şehri olur mu olmaz mı?
Müslümanların kurduğu ya da etkilediği şehir olabilir. Çünkü birden fazla dini inanç, kültür ve yaşama biçimi ve bunun gerektirdiği fiziki mekânlar oluşmuştur.
Ya “Hıristiyan şehri” olur mu, olur… Neden? Çünkü Hıristiyan şehri tam anlamıyla bir Hıristiyan şehridir. Orada Müslümanlar düşünülerek planlanan bir şehir göremezsiniz.
Ruh ve iç dünyanız, gönül ve akıl ikliminiz, yaşadığınız mekânlarla bir uyum arz etmeli değil mi?
Allah ile kendisi ile sosyal ve fiziki çevresi ile barışık olmayan bir zihniyetin kurduğu şehirlerden hayır gelir mi?
Kentler, kutsal değerlerden arındırılmış profan (yalınkat) mekânlar mıdır?
Tersi olursa bir kişilik bölünmesi olmaz mı?
Olur. Şehirlerimizin bugün geldiği noktayı tek kelime ile tarif edecek olursak: Kaos
Yerel ve global kültür, köy ve şehir, eski ve yeni, çağdaş ve çağdışı kavramlarının arasına sıkışan zavallı insanımız, henüz bir kimlik bulamamış iç dünyasını mekanlarına ve şehirlerine yansıtmaktadır.
Kendi iç bunalımını, gel-gitlerini, inancı ile yaşantısı arasındaki çelişkilerini, paradokslarını dış dünyaya da aksettirmekte ve buhranlı, huzursuz ve tedirgin mekânlar oluşturmaktadır.
****
Mesela Malatya…
Bırakın huzur ve dinginlik veren, tarihi sürekliliğimize uygun yeni bir mekân oluşturmayı, mevcut tarihi ve kültürel dokumuza, eskinin mekânlarına bile sahip çıkmaktan aciz kalmışız.
Peki ya şehrin genel görüntüsü?
Onun için her gelen belediye başkanları şehir merkezine nokta vuruşlar yapıp düzeltmeye çalışıyor. Kökü çürük olan bir ağacın kuruyan dallarını budamakla ağaç düzelir mi?
Peki, sadece mesele, tarihi binaların yağmalanmasında mı, sadece çarpık şehirleşme mi, betonların arasında yaşayan insanlar betonlaşmamış mı, beton göre göre ruhu kararmamış mı, peki şehir kültürü anane, terbiye, görgü… Buradaki bozulmayı nasıl tarif edeceğiz?
****
Siz moral ve ahlaki değerleri hiçe sayarak bir şehir planlamaya kalktığınızda, o şehrin huzur ve güvenliğini Web camlarla (MOBESA) mı karşılayacaksınız?
Katilleri ve hırsızları Webcam’la bulabilirsiniz ama gençlerin katil olmasını sağlayan şartları nasıl ortadan kaldıracaksınız?
Peki ya ağaç, orman, su?
Peki ya mezarlık kültürü?
Alışveriş merkezlerine ve mezarlığa nasıl bakar?
****
İslam şehrinde Cami çekim merkezidir. Büyük şehirlerin merkezinde ulu camiler yapılmış, etrafına da hanlar, hamamlar, çarşılar, pazarlar yapılmış… sonra toplu mekanlar, her şey kontrol altında…
Evler iki katlı, bahçeli… Bahçeler mahremiyeti korur. Eyvanlar gizliliği muhafaza eder.
Şehir dikey değil yatay gelişir. Yani tabiat ile barışık evler, şehirler…
Aslında Avrupa yeni yeni bu sistemi kendisine uyarlamış. Osmanlıdan etkilenmiş… Şehrin banliyölerinde oturan işçi sınıfının evleri yine dikine apartman evler…
****
Peki, çalışma şartları: Mesai saat kaçta başlar, molalar nasıl verilir, mesai kaçta biter? Eve ne zaman gidilir, akşam ne zaman yatılır? Bunlar da şehir hayatının en önemli fonksiyonlarıdır. Bir Müslüman’ın hayatı şehirde nasıl başlar nasıl biter? Bunun bir önemi yok mu?
***
Malatya’da göç olayı…
Göç üç yönlü zarardır. Göç eden kişiler açısından, göç sonucu nüfusunu kaybeden yerler açısından ve göçün geldiği yerler açısından… Göç, şehir hayatlarını son derece olumsuz etkileyen en önemli sosyolojik bir hadisedir.
Bugün Malatya’da göç ile gelenlerin sayısı neredeyse yerli halkı geçti!
***
Küresel kültür şehirlerarasındaki farkı da ortadan kaldırdı. Şimdi artık Malatya’nın Kayseri’den farkı kalmadı.
Şehir halkı, aynı müziği dinliyor, aynı elbiseyi giyiyor, aynı yemeği yiyor, aynı dili konuşuyor. Mahalli yemekler, mahalli giyim tarzı, mahalli müzik, mahalli el sanatları, mahalli şive, mahalli kültür vs. artık tamamen yok olmak üzere…
****
Kozmopolit bir yapı…
Komşuluk öldü diyorlar, neden ölmesin ki?
Dayanışma ve yardımlaşma olmadan toplumsal hayat sağlıklı bir şekilde süremez. Şimdiki şehirlerde öyle bir yapılaşma ve yoğunlaşma var ki, her etnik yapıdan, her inançtan, her mezhepten, her türlü siyasi ve ideolojik görüşten insanlar karma bir şekilde yaşıyorlar. Homojen değil, heterojen bir yapı…
Şimdi böyle bir ortamda dayanışma ve yardımlaşma olur mu?
Herkes herkese ikiyüzlü davranıyor, toplum tam anlamıyla bir kişilik bölünmesine uğramaktadır.
****
Şehir ve mekân üzerine mutlaka yoğunlaşmalı. Mekânlarımızı, şehirlerimizi kendi sembollerimizle anlatmalı. İstanbul Eyüb Sultan’dır, Aziz Mahmûd Hüdaî’dir, Fâtih’tir, Mîmar Sinân’dır, Ümmü Sinân’dır, Sümbül Sinân’dır, Konya Mevlânâ’dır, Bursa Emîr Sultan’dır, Kastamonu Şeyh Şa’banı Velî’dir, Malatya Seyyid Battal’dır.
Maddenin sıkıcı ve dar kalıplarında bunalan insanımız ve daha geniş yelpazede aynı sıkıntıyı duyan tüm insanlar ruh ikliminin kalplere huzur ve şifa dağıtacağı şehirleri sabırsızlıkla bekliyorlar… Kimden? Bizden, sizden, hepimizden…
Dünyanın en güzel şehirlerden birini (İstanbul’u), dünyanın en büyük şairlerinden biri (Necip Fazıl) şiirleştirirken ne diyordu:
“İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.”
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.