dore okulları
Malatya
27 Nisan, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.45
  • EURO
    34.82
  • ALTIN
    2438.9
  • BIST
    9915.62
  • BTC
    62965.262$

Uluslararası politika, medeniyet ve sosyal sermaye

27 Eylül 2021, Pazartesi 10:51
Uluslararası politika, medeniyet ve sosyal sermaye
 





Tarih, ilk insandan bugüne insanoğlunun yaşama gayret ve çabasının farklı formlarına şahit olmuştur. Doğa ile iç içe ve diğer insanlarla yüz yüze süren bu karşılıklı etkileşimden ortaya çıkan sosyolojik yapı kültür olarak adlandırılmaktadır. Batı dillerinde yer alan ve Latince kökenli olan Kültür sözcüğü ekme/dikme anlamına gelir ve dilimize Fransızca’dan geçmiştir. Arapça’da kullanılan hars kavramı da aynı anlamdadır. Demek ki “ne ekersen onu biçersin” sözünün bu bağlamda latif bir nüktesi var. 

 Medeniyet ise bu ıslah edilmiş insan ilişkilerinin kurumsallaşmış hali ve iskân edilmiş mekânıdır. O nedenle Medeni kavramı ile İngilizcedeki karşılığı olan Civilisation,  “şehirsel” yani “kentsel” olan anlamına gelir. Farabi’ye göre insanın yeteneklerinin farkına vararak kendini gerçekleştirmesi ancak diğer insanlarla etkileşim içine girmesiyle mümkündür. Bu nedenle insan için gerçek mutluluğun anlamı da idealize edilmiş bir olgunluktur. Kişi bu olgunluğa önce kendi varlığını ve etrafındakileri anlamak ve daha sonra bu kavrayış noktasını aşmakla ulaşabilir. Bunun için her biri farklı yeteneklere ve özelliklere sahip insanların bir arada yaşayarak zihinlerinin ve emeklerinin ürünlerini birbirleriyle paylaşmaları ve bu yolla gelişmeleri gerekmektedir. İşte bu amaç için insanların bir araya geldiği yerlere Medine/Civilis/Şehir denilir. İslam peygamberinin bedevi bir kavimden uygar bir topluluk çıkartmak için geldiği Yesrib beldesine de Medine ismi verilmiş, orada ekilen tohumlar bilim ve felsefede zamanının ötesine geçen Basra, Bağdat, Nişabur ve Semerkant okullarını ortaya çıkartmıştır. 

Benzer süreçlerin dünyanın farklı yerlerinde de yaşandığını görmekteyiz. Antik Yunanda Akropolis, Lübnan’da Baalbek, Roma’da Roma Forumu, Çin’de Çin Seddi, Hindistan’da Virupaksha, Güney Amerika’da Tenoctitlan, Mısırda Piramitler, Orta Afrika’da Aksum Steli insanlığın medeniyet kurma çabasının adeta birer sembolüdürler.  

Medeniyetin en önemli etkeni ise sosyal ilişkilerde tutarlılıktır ki bu da ancak her şeyin akla, mantığa, kurala, kanuna dayalı olarak işletilmesiyle mümkün olur. O halde denilebilir ki, hayat ne zaman efsane, hikâye ve söylenti anlamına gelen mitos yerine kanun anlamına gelen Nomos’a dayanmışsa gelişmiş, aksi durumda ise gerisin geriye irtica etmiştir.

Örneğin, Büyük İskender, babasından devraldığı Mitos’a dayalı Makedonya’yı Aristo’dan talim ettiği Nomos’la dünya imparatorluğuna dönüştürerek tarihe ismini yazdırmıştır. Hz. Muhammed ise eskilerin hikâyelerine (mitos)  göre yaşayan bedevi bir toplumu, kanuna (Nomos) dayandırarak ortaya bir medeniyet çıkarmıştır. Bu nedenle Kuran’ı indiren meleğe de İslam ıstılahında Nomos’la eş anlamlı olan Namus-u Ekber denilir. 

Meşhur medeniyet tarihçilerinden Arnold Toynbee şimdiye kadar yirmi bir medeniyetin gelip geçtiğini söyler. Siyaset Bilimci Samuel Phillips Huntington ise bunlardan geriye kalan Çin ve İslam medeniyetlerinin Batı medeniyeti tarafından tehdit edildiğini, dünyadaki esas çatışma alanlarının ise bu medeniyetlerin kesişme noktalarında cereyan edeceğini ileri sürmüştür.

Batılılar keşifler çağında sömürgeleştirmek için girdikleri her coğrafyada kendine özgü gelişmiş medeniyetler bulmasına karşın emperyalist emellerini desteklemek için kendilerince bir medeniyet standardı icat etmişlerdir. Buna göre muhatapları olan milletleri “vahşi, barbar ve medeni” olarak sınıflandıran Batılılar, yayılmacı ve yıkıcı politikalarını bu “medeniyet” havariliğinin arkasına gizlemek istemişlerdir. Böylelikle Batı dışındaki toplumların emperyal olarak yutulması, sömürgeleşmemiş az sayıda devletin ise medenileşmiş sayıldıktan sonra uluslararası topluma aşamalı olarak alınması hedeflenmiştir. 

Bu kapsamda Batı’nın en çok zorlandığı toplumlar Rusya, Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve Japonya olmuştur. Dev gibi Hindistan sömürgeleşmiş olduğu için kategoriye dahi girememiş, Rusya yarı yarıya Avrupalı sayıldığı için 18’nci yüzyılın başında Avrupalı uluslararası topluma girmeyi başarmıştır. Japonya ise Meiji restorasyonları ile başlattığı özgün modernleşme çabasının sonunda İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Batıya teslim olmak durumunda kalmıştır. Çin ile hesaplaşma ise biraz daha öteye bırakılırken, 19’ncu yüzyılın sonunda Batı’nın önündeki tek “öteki” Osmanlı İmparatorluğu olarak kalmıştır. Osmanlı’da ise Tanzimat’la başlayan ve halen devam eden Batılılaşma çabaları, süreç içinde sık sık yaşanan doku uyumsuzlukları nedeniyle aksak ve malul yürümektedir. Fakat Türkler halen Batı ile mücadelesini askeri ve siyasi sahada bir güç mücadelesi olarak düşündükleri için Batıya karşı bir medeniyet direnci oluşturamamaktadırlar. 

Batı medeniyetiyle olan mücadele ise bilimsel ve düşünsel alanda özgün yapılar ortaya koyan aydınlar yerine muhafazakârlık ve taassup ehli tarafından bir reaksiyon şeklinde yürütülmektedir. Bazı istisnalar hariç bizde aydınlar ışığını kendi köklerinden alıp modern zamanlarla mezcedip aydınlatmak yerine salt başkasının ışığını taşıyor. Muhafazakâr olanlar ise derin bir tarihsel yanılgı içinde geçmişi bugüne değil, bugünü geçmişe taşıma çabasındalar. 

Batı medeniyeti 18-19’ncu yüzyılda kullandığı kategorize edici medeniyet standardını günümüzde Evrensel İnsan Hakları standardına dönüştürmüş durumda. Burada ki en önemli sorun Batılılara göre “insan olmaktan kaynaklanan hakların” hep Batının hayatı algılama ve yaşama tarzına uygun olarak yorumlanmasıdır. Bu nedenle Batılı toplumlar farklı yaşam biçimlerinin insanlar için iptidai ve aşağılayıcı olduğu fikrine hem inanmış hem de takipçilerini inandırmıştır. Örneğin giyim kuşam biçimi ile eğitim, zihin ve düşünce dünyası arasında kurulan ilişkisellik gibi. Oysaki Batının övündüğü filozoflar genellikle sıra dışı bir yaşam benimseyerek bu faraziyeyi fiilen reddetmek istemişlerdir. Bunun en uç örneği zengin imkânlara sahip olmasına rağmen bir fıçı içinde yaşayan Diyojen değil midir?

Benzer biçimde, çalışan kadın profili evde olmayı tembellik ve gayretsizlikle karıştıran bir anlayışın üzerine çıkartılmıştır. Fakat bu kez de iş hayatına atılan kadınlar kapitalizmin kadınsı tüketim sektörüne teslim olmak zorunda kalmışlardır. 

Kadın ve erkeğin hayatı birlikte yaşarken fizik ve ruh dünyalarına uygun edindikleri anne ve baba rolleri de erkek ve kadın arasında eşitsiz bir ast üst ilişkisi olarak anlaşılmıştır. Çözüm olarak sunulan iş yaşamına eşit ve aktif katılım ise onları rekabet dünyasının acımasız hiyerarşisine tabi tutmuştur. “Koca ya da karı kahrı” çekmek istemeyenler bu kez iş dünyasının mobing, stres, taciz ve psikolojik gerilimine teslim olmuşlardır. 
Ya Batının özgürlük, özgüven ve bireysellik anlayışına ne demeli. Kendini özgürce geliştirmek isteyen insanlara bencillik, narsizm, duygusuzluk, saygısızlık, hadsizlik ve nihayetinde yalnızlıktan başka ne ihsan etti ki!

Özetle şunu demek istiyorum. Her biri farklı kültür ve medeniyet dünyasının kurucusu olan milletleri Batı medeniyetinin “değerleri” altında tek tipleştirmek ve bu değerleri mutlak evrensel doğrular olarak taktim etmek, insanlığın üretken zihin dünyasının daralmasına neden olmaktadır. Hazıra alışmış milletler ise taklit ettikleri toplum ve medeniyetlerin altında gerçek anlamda hürriyetlerini yitirmektedirler. İyi yaşam ve lüks hayat ise kaybedilen değerleri ve toplumsal çürümeyi gözlerden uzak tutuyor. Maddi sermayemiz artarken, sosyal sermayemiz iflasın eşiğinde. Uluslararası Politikada güç unsurlarından biri olan sosyal sermaye çarpan etkisi taşır. Sıfırla çarptığınızda hiçbir rakamın önemi kalmaz. 

Doç.Dr. Fikret BİRDİŞLİ