Uluslararası Politika ve Tarih
04 Ağustos 2021, Çarşamba 10:06Bu haftaki yazımızda tarih konusuna değineceğimi söylemiştim. Tarih uluslararası politikayı anlamak ve doğru tutumlar geliştirmek için anahtar bir role sahiptir. Tarih önce insanlık âleminde geçmişe dair bir anlatı olarak ortaya çıkmış, ardından mitolojiye, daha sonra bir ideolojiye yani ideolojik bireyler yetiştirmek için bir araç haline dönüşmüştür. Bu nedenle başta tüm devrimler, ihtilaller ve diğer iktidar değişimlerinin ardından muktedirlerin ilk el attıkları alan Tarih olmuştur. Bu doğrultuda “Tanrı geçmişi değiştiremez, ama tarihçiler için bu sorun değildir” sözü, durumun vahametini anlatmak için kullanılagelmiş.
Tarihe yönelik bu güvensizlik Batı’da eleştirel tarih yaklaşımının gelişmesiyle değişmiş ve bu yolla bilimsel tarih öğretimi yaygınlaşmıştır. Başlangıçta Tarihin bir bilim olup olmayacağı uzun süre tartışılmış, fakat ardından Tarih ve diğer sosyal bilim alanlarının da fizik bilimler gibi bazı yasalara tabi olabileceği kabul görmüştür.
Kuran’ı Kerim’de Fetih Suresinde Rıdvan Biatı ve akabinde gelişen olaylar anlatıldıktan sonra 23. Ayette “Allah’ın öteden beri işleyip duran kanunu budur. Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın” denilerek aslında bu gerçeğe işaret edilir. Buna rağmen İslam dünyasında bilimsel tarih yaklaşımı maalesef gelişememiştir. Çünkü İslam dünyasında Tarih, Siyer anlatımı ve Hadis ilmi çerçevesinde geliştiği için eleştirel yaklaşımdan uzak durulmuştur. O nedenle bizde tarih geçmişe dair mükemmel bir dünyayı betimleyen bir masal dünyası nefasetinde anlatılır. Yine bu nedenle giderek insanların bozulduğu düşünülür ve geçmişe dair özlem dolu nostaljiden ise kendimizi bir türlü kurtaramayız. Bunun ne zararı var? derseniz, gerçeklikten bu derece kopmanın hayatın işleyiş kanunlarına yabancı kalmaya neden olduğu ve dolayısıyla geleceğe yönelik tutarlı, rasyonel politikalar geliştiremediğimizi söyleyebilirim. Oysaki hiç bir şey sadece siyah ya da beyaz değildir. Hayat zaferlerle birlikte mağlubiyetleri; sevaplarla birlikte günahları birlikte içerir. Tek taraflı tarih anlatımı uyuşturucu etkisi yapar. Mutlu fakat hayattan kopuk.
Ne demek istediğimi birkaç örnek vererek anlatayım. Örneğin İslam tarihinin ilk ve en önemli harbi olan Bedir savaşının hemen ardından Müslümanlar arasında ganimet tartışmasının yaşandığı, bu nedenle Enfal suresinin indiği; aynı şeyin Uhud Savaşının kaybedilmesine ve Hz. Peygamberin naaşının bekletilmesine neden olduğunu unuturuz. Sıffin, Cemel ve Kerbela hadiselerinin arkasında ise devasa bir sosyal-siyasal gerçeklik yatar. Emevi hanedanıyla Medine’deki sahabeler arasında yaşanan siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle utanç verici Harre Savaşını ne anlatırız, ne düşünürüz. İslam tarihi boyunca Kâbe’nin birkaç kez yıkılarak tahrip edildiği gibi daha pek çok olayı da “fitneye kapı açmamak” bahanesiyle irdelemeyiz.
Arapların Müslüman olan Türklerden hazine gelirleri azalmasın diye gayri Müslimlerden alınan cizyeyi almaya devam etmeye kalktıkları, bunun için ibadetleri zayıf diye Türkleri tam Müslüman kabul etmeme gibi bir görüş ortaya attıkları buna karşın Türklerin ise iman ve amel birbirinden farklı şeylerdir diyen Maturudi ve İmam-ı Azam’a tabi olarak bu zulümden kurtulduğunu bilen çok az kişi vardır.
Yine kimilerine göre Osmanlı Padişahlarının her biri adeta birer evliyadır. İçki alışkanlıkları olanları kabule yanaşmadığımız gibi hiçbir insani hatayı da onlara yakıştıramayız. Halbuki Osmanlı hanedanı zamanının çok ötesinde bir rasyonellikle devleti yönetecek kadar pragmatik davranmıştır.
Örneğin Abdülmecit’in Macar ve Polonya devrimcilerini himaye ettiğini hatta Macaristan’ın ilk Cumhurbaşkanı LajosKossuth’un Osmanlıya sığınarak iki yıl Kütahya’da ikamet ettiğini bu nedenle Avrupa kamuoyunda Osmanlı Türklerine karşı sempati oluşup Rusların Sinop’ta Osmanlı donanmasını baskınla imha etmesinin ardından Avrupa’da Osmanlılar lehine toplu gösteriler yapıldığını unuturuz.
Yine Osmanlı’nın Viyana kuşatmasını Protestan Macarlarla birlikte omuz omuza gerçekleştirdiğini, Napolyon’un Mısırı işgal etmesinin ardındaki nedenlerden birinin de Hindistan’da İngilizlere karşı mücadele eden Müslüman Tipu Sultan’a yardım etmek olduğunu duyanınız var mı bilmem. Üstelik Tipu Sultan’ın yardım talebi İngilizler bizim müttefikimiz diye Osmanlı tarafından geri çevrilmişti.
Aynı şekilde Buhara Emirinin Ruslara karşı yardım talebi de şimdi başımıza iş almayalım diye geri çevrilmişti. Hindistan’ın İngilizlere karşı isyanı sırasında Osmanlı elitleri ise olaya bir imparatorluk ayaklanması gözüyle bakarak İngilizleri haklı görmüştü.
II. Abdülhamid’in halifeliği barışçıl ve dengeli bir emperyal dünya düzeni kurmak için kullanmak istediğini belki bilirsiniz. Fakat bu nedenle o dönemde Osmanlı’dan daha fazla Müslüman tebaaya sahip olan İngiliz Kraliçesiyle iyi ilişkiler geliştirmeyi tercih ettiğini, hatta kendisi henüz vefat etmeden Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlının Almanların teşvikiyle cihat ilan etmesinden ise hoşlanmadığını öz kızının yazdığı hatıralardan okuyoruz.
Bazılarının İngiliz casusu diye itham ettikleri Mustafa Kemal’in öldürülmesi için İngilizler tarafından Müslüman bir Hintlinin görevlendirildiğini ve bu suikastı Mehmet Akif’in ortaya çıkardığını ve adamın yakalanmasına neden olduğunu da M. Akif'in oğlunun yazdığı satırlardan okuyabilirsiniz. İçimizde Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihte Türklerin kurduğu üçüncü cumhuriyet olduğunu bilen var mı merak ediyorum.
Özetle, verdiğim bu birbirinden farklı örnekler tarihi tek boyutlu okuma ve öğrenmenin bizi sadece geçmişimizle ilgili değil tüm dünya ile ilgili nasıl yanılgılara sürükleyebileceğini anlatmak içindi. Tarihte mutlak düşmanlıklar olmadığı gibi, mutlak dostluklar da yoktur. Düşünce dünyasının ideal ölçütlerine gerçek hayatta bütünüyle ulaşmanın imkan ve ihtimali de bulunmaz. Galibiyet ve mağlubiyet Kuran’ın ifadesiyle Müslüman, Gayr-i Müslim olmasına bakmaksızın dönüşümlü; Hz. Peygamberin ifadesiyle her yükselişin bir çöküşü olması ise sünnetullahtır.
Kabul etmeliyiz ki Tarih idraki konusunda toplum olarak kendimizi aşırılıklardan kurtaramıyoruz. Bunun en önemli nedeni gerek muhafazakâr cenahta, gerekse sol cenahta Tarihi gerçek bilim uzmanları yerine edebiyatçılardan öğrenmemizdir. Örneğin muhafazakâr gençliğin elinden düşürmediği ve onun vasıtasıyla tarihsel hafıza edindiği yazarlardan biri olan Rıza Nur aslında bir hekim; Necip Fazıl şair; Kadir Mısıroğlu bir avukat ve gazeteci; Mustafa Armağan ise edebiyatçıdır. Aynı şekilde sol cenahta da Nazım Hikmet, Atilla İlhan şair; İlhan Selçuk gazeteci; Yalçın Küçük edebiyaçı; Turgut Özakman da avukattır. Şüphesiz kendi alanlarında son derece usta ve saygın olan ve haklı bir şöhrete ulaşan bu kişiler kendi uzmanlık alanlarının dışında olan Tarih’e merak saldıklarında yeteneklerinin kök saldığı uzmanlık alanlarından sıyrılamamış ve istemeden de olsa tarihi objektif olarak değerlendirmemize zaman zaman set çekmişlerdir.
Bunların yanı sıra akademik anlamda Tarihçi olmakla birlikte kendilerini ideolojik tarihçilikten ve popülizmden kurtaramayan, televizyonda heyecanlı anlatımlarla boy gösteren, şöhrete meftun bir halde duygularımıza hitap ederek tarihten geçinenler ya da tarihten absürb seçmelerle bizleri hayrete düşürerek rağbet toplayan akademisyenleri de bunlara eklemek gerekir. Tüm bu kalabalık içinde uluslararası üne sahip olduğu için bilinen Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi isimlerin yanı sıra isimleri sadece alanın uzmanları tarafından bilinen çok sayıda saygın tarihçinin bulunduğunu fakat bunların popüler ilgiye mazhar olamadıklarını belirtmeliyim.
Hülasa Tarihi bir bilim olarak ele almak, eleştirel gözle okumasını bilmek, gerektiği zamanlarda kaygılarımızı bir kenara bırakarak objektif olarak değerlendirebilmek bize bir şey kaybettirmeyeceği gibi, yaşadığımız dünyayı olduğu gibi algılamamıza ve doğru politikalar takip etmemize neden olacaktır. Aksi durumda şimdi olduğu gibi Türk Dış Politikası kendini tekrar eden salınımlarla, hayal kırıklıkları ve enerji kayıplarıyla dolu olmaya devam edecektir.