dore okulları
Malatya
20 Nisan, 2024, Cumartesi
  • DOLAR
    32.50
  • EURO
    34.78
  • ALTIN
    2499.5
  • BIST
    9693.46
  • BTC
    63787.307$

Uluslararası politikada aklın tuzakları

25 Ekim 2021, Pazartesi 07:17
Uluslararası politikada aklın tuzakları
 




Aklın yolu birdir derler ya! Gerçekten öyle mi? Öyle ise bu kadar farklı yollar nereden çıkıyor? Birinin ak dediğine, diğeri neden kara der? Bu haftaki yazımızda bu sorulara uluslararası politika özelinde ve aklı tartışmanın merkezine alarak cevap vermeye çalışacağız. Çünkü uzak ve yakın tarihimizde uluslararası politikanın toplum tabanında bu kadar güçlü bir biçimde tartışıldığı ve güncele taşındığı bir dönemin daha önce yaşandığını sanmıyorum. 

Türk Dil kurumuna göre akıl; düşünme, anlama ve kavrama gücüdür. Türkçesi “us” olan bu kavram için biz daha çok Arapça karşılığını kullanıyoruz. Felsefede ise akıl daha derinlemesine tarif edilir. “Maddi olmayan fakat maddeye tesir eden cevher, maddeden şekilleri soyutlayarak ortaya bir kavram çıkartan, sonrada bu kavramlar arasında bir ilişki kurarak önermeler geliştiren ve son olarak da bilinenden bilinmeyeni kıyas yaparak ortaya çıkartan güç” denilmektedir. Tüm bu tanımlar aklın bir araç olduğunu, asıl olanın ise konunun bağlamını bulmak olduğunu ortaya koyar. O nedenle Araplar deveyi bir yere bağlamak için kullandıkları ipe de “akıl” demişler. 

Dilimize yer etmiş “aklını kullanmak”, “akılsızlık etmek”, “aklını dumura uğratmak”, “akıl tutulması” gibi sözcüklere baktığımızda, her insanda var olan bu yeteneğin yerli yerince kullanılmadığı veya yeterince kullanılmadığı, hatta bazen hiç kullanılmadığı durumlar da mümkün demek ki. 

Filozoflar arasında aklın işlevine eğilenler kadar aklın ne olduğuna kafa yoranlar da olmuş. Bu noktada Batı filozofları (meşaiyyun), aklın ilk yaratılan şey olduğunu, hatta yaratılışın başlangıç noktasında ilk aklın (akl-ı evvel) bulunduğunu, her şeyin bu akıldan taştığını/türediğini savunmuşlardır. Buna südur teorisi (emanationism) denilir. 

Doğu filozofları (işrakiyyun) ise taşmak yerine, yansımayı (tecelli) tercih etmişler, muhakeme yerine sezgiye önem vermişlerdir. Dolayısıyla işlevsel anlamda aklın türleri bulunur. Bunlar muhakeme ve ispata dayanan “Diyalojik (discursive) akıl”, ve muhakemeye ihtiyaç duymadan “özü” yakalamaya çalışan sezgici (intuitive) akıl. Bunun dışında toplum içinde diğer insanlarla ilişkilerimizi yürütmekte kullandığımız üçüncü bir tür olarak pratik akıl da bulunur fakat biz pratik aklı şimdilik konu dışı bırakacağız. 

Akıl ile ilgili tartışmalar böyle uzayıp giderken biz bu girişin ardından kendi konumuza dönelim. Anlattıklarımızdan yola çıkarak şöyle bir özeti benimseyebiliriz. Etrafta olan biteni anlamak ve anlamlandırmak için akıl bir araçtır, fakat doğru kullanıldığı sürece. Örneğin terazi yanılmamak için kullanılan bir ölçü aracıdır, fakat terazinin kendisi ayarsız olursa ölçüm en büyük yanılgıyı doğurur. Çünkü “güya” terazi kullandığınız için, yaptığınızdan kuşku da duymazsınız. 

Akıl terazisinin ayarı ise mantık ilmidir ve felsefedir. Mantık doğru düşünmenin ilmidir. Felsefe ise aklın miyarı. Razi ise mantığı “kurallarına uyulduğunda zihni hataya düşmekten koruyan bir fen” diye tarif etmiş. Fakat eğitim sistemimizde bu her iki alana da önem vermeyişimizin bir anlamı ve elbette bir sonucu olmalı. 

Uluslararası politikada sorunların ya da başarısızlığın pek çok nedeni bulunabilir, ama bunlar arasında aklın özel bir önemi ve yeri vardır.  Çünkü etrafta olan biteni anlamak için kullandığımız akıl, bizi yanlış hesaplar içine sürüklüyor olabilir. Burada kast ettiğimiz şey, hem dış politikada karar vericilerin bireysel aklı, hem de onların dayandığı kolektif akıldır. 

Aklın tuzakları diye adlandırdığımız bu mantık hataları, aklın sağlıklı işlemesine engel olarak karar vericilerin dış politikada doğru kararlar almasını güçleştirdiği gibi toplumu da yanlış yönlendirir. Bu nedenle başlangıç olarak şunu bilmek gerekir ki bilim bir asıla, hukuk ise somut delile dayanarak işler. Dış politika hem bir bilim, hem bir sanat hem de muhakemedir. 

a) Birinci tuzak, imkânatı vukuat yerinde kullanmak:   Örneğin herkes katil olabilmek için gerekli donanıma sahiptir ama bu durum herkese cinayet şüphelisi gibi bakmamızı gerektirmez.

b) İkinci tuzak, ön yargıyı genel yargı haline getirmek: Örneğin araştırma ve inceleme zahmetine katlanmadan Ortadoğu’da cereyan eden her olumsuz gelişmeyi peşinen bir devlete bağlamak, ön yargıyı genel yargı haline getirmek anlamına gelir ki bu da uluslararası ilişkilerde zamanla bir nevi paranoid kişilik bozukluğuna neden olur. Şüphe başkadır, hüküm başkadır. Hüküm zahire göre olur, kanaate ya da sezgiye göre değil.

c) Üçüncü tuzak, özneyi kaybetmek: İnsanlar kavramakta zorlandığı durumları ifade ederken genellikle öznesiz konuşurlar. Bu ise bilginin üç hal yasasından ilki olan teolojik eğilimden yani anlayamadığı şeylere doğaüstü nitelik atfederek açıklamaya olan eğilimden kaynaklanır. Uluslararası politikada baş etmekte zorlandığımız olayları “Dış güçlere” havale etmek aslında insanoğlunun ilkel alışkanlıklarından biridir. Düşünün bir kez, milyarlarca insanın yüzlerce devletin yaşadığı bir dünyayı belli bir görüş ya da çıkar doğrultusunda yönlendiren ve bunda asırlar geçse bile hiç hata ve sapma yapmayan bir tasarım ancak kadir-i mutlak bir tanrıya işaret eder.  Özne kullanmadan kurulan bu “dış güçler” kavramı nihai tahlilde sayısı, niteliği, mensupları, birlikte hareket edebilmek için toplanma mekânları ve birbirleriyle iletişim yöntemlerinin nasıl olacağı hiç düşünülmeden sarf edilmiş adeta doğaüstü bir güce inanmaktır. Hatta kâinatı idare eden kudrete ortak atfetmektir. 

d) Dördüncü tuzak, mukarenetle (eşzamanlılık) münasebeti (ilişkisellik) birbirine karıştırmak: İnsanların en önemli yanılgılarından biri de aynı anda olan, ortaya çıkan iki şey arasında hemen bir sebep ve sonuç ilişkisi kurmalarıdır.  Oysaki hayatın işleyişi sırasında pek çok şeyin birbirine denk gelmesi mümkündür. Bu, aralarında mutlaka bir sebep-sonuç ilişkisi olduğu anlamına gelmez. Böyle bir şey söyleyebilmek için daha fazla ve somut delile ihtiyaç vardır. Komplo teoricilerinin en çok kullandığı yöntem de budur. Böyle insanlar düşünsel tasarımlarını bir asla dayandırmak için eşzamanlı ortaya çıkan olayları kendi “teorilerini” yapılandırmak için kullanırlar. 

e) Beşinci tuzak, istisnacılık: Uluslararası politikayı anlamaya çalışırken en büyük sıkıntılardan biri kendini dünyanın merkezine koymaktır. Aslında bu ontolojik bir eğilimdir. Çünkü herkesin dünyasının direği kendi nefsi olduğu gibi, uluslararası alanda da her millet kendisini merkeze koyarak düşünür. Bu nedenle hemen her millete göre dünyayı düzeltmeye en uygun aday kendisi olduğu gibi, dolayısıyla herkesin yıkmak ve bozmak için uğraştığı yegâne hedef de yine kendisidir. Bu sebeple ne yapıp edip “bütün yolları Roma’ya çıkartmak” dünyayı da yanlış anlamamıza neden olur. 

Son söz olarak şunu söyleyebilirim: akıl belki her şeyin ölçüsüdür; fakat o akıl, akıl olsa gerekir. Bozuk terazi sadece müşteriyi değil, sahibini de aldatır.