dore okulları
Malatya
26 Nisan, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.60
  • EURO
    34.99
  • ALTIN
    2438.2
  • BIST
    9716.95
  • BTC
    64473.67$

Uluslararası toplum ve kurumlar

14 Aralık 2021, Salı 11:17
Uluslararası toplum ve kurumlar
 




Uluslararası hukuka göre bir oluşumu devlet kılan şeyler sınırları belli bir toprak parçası, üzerinde yaşayan toplum ve kurulu bir otoriteden oluşur. Her toplum varlığını devam ettirebilmek için aile, askeriye, hukuk, ekonomi gibi kurumlara sahip olduğu gibi aynı şey “uluslararası toplum” için de geçerlidir. Uluslararası politikada devletler hala egemen varlıklar ve önde gelen aktörler olmalarına rağmen zamanla dünyada çok şeyin değiştiğini de anlamak lazım. 

Dünyanın yaşının 4,5 milyar yıl öncesine uzandığını ileri süren bilim insanları, bu kozmik ömür içinde modern insanların MÖ. 300 bin yıl önce, ilk insan topluluklarının MÖ.10 bin yıl önce,  ilk devletin ise MÖ.4 bin yıl önce ortaya çıktığını bulmuşlar. Buna göre devlet dediğimiz olgu insanlık âleminde bugün yaklaşık 6 bin 21 yaşındadır. Yani insanoğlunun yeryüzünde bugüne kadar olan varlığının sadece binde 5’i devletle geçmiştir. Buna karşın günümüzde neredeyse devletsiz bir toplum yoktur. Bugün sayıları 206’yı bulan devletlerin birbiri ile ilişkileri ise giderek artan karşılıklı bağımlılık nedeniyle artık bir uluslararası toplum oluşturacak kadar da iç içe girmiştir. Bu nedenle “uluslararası toplum” insanlık âleminin siyasal gelişiminin devletlerden sonraki gelişmiş bir formudur diyebiliriz. Gelecekte bu gelişimin nereye doğru gideceğini ise tahmin etsek bile tam olarak ifade etmesi oldukça zor.

Her sosyolojik toplum gibi uluslararası alanda da bu toplumun yapı taşları olarak kabul edilen kurumlar ortaya çıkmıştır. Bu kurumlar NATO, Dünya Sağlık Örgütü ya da Atom Enerjisi Kurumu gibi uluslararası örgütleri; diplomatik dokunulmazlık, ahde vefa, antlaşmaların sürekliliği gibi devletler arasında öteden beri cari olan kuralları ve son olarak da İnsan Hakları gibi evrensel normları içerir. Bu alanda çalışan uzmanlar savaş, barış, diplomasi, uluslararası hukuk ve güç dengesi gibi olguların da uluslararası toplumun temel kurumları olduğunu ileri sürmektedirler. Haliyle devletler arasındaki ilişkilerin artık yüz, beş yüz, bin sene öncesi gibi işlemediği herkesin malumu olmalıdır.  Uluslararası alandaki konumumuzu ve diğer devletlerle olan ilişkilerimizi de bu yeni durumlara göre revize etmeli, geliştirmeliyiz. 

Uluslararası alanda yaşanan tüm bu gelişmelerle birlikte uluslararası politikada “güç” olgusu halen varlığını ve önemini sürdürmekte, fakat uygulama ve tezahür biçimleri değişmektedir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının ardından uluslararası alanda güç kullanımı yani savaş, yasaklanmış olmakla birlikte gücün farklı tezahürleri elbette ki devam etmektedir. Örneğin Çin’in “borç tuzağı” denilen ihtiyaç halindeki ülkelere kredi açarak mukabilinde stratejik avantajlar elde etme stratejisi paranın bir güç olarak kullanımına örnektir. Bu yolla Çin, Pakistan ile oluşturduğu ekonomi koridoruna yaptığı yatırımlar yoluyla Gwadar limanı gibi stratejik bir limana beş bin kişilik vatandaş yerleştirme hakkını elde etti. İleride bunları stratejik amaçlarla kullanacağından hiç kimse şüphe etmesin.  Benzer yollarla Cibuti’de ise askeri bir üs kurdu.

Rusya ise çok öncesinden başlattığı Ruslaştırma ve çift pasaport uygulamasının bir meyvesi olarak Ukrayna’nın Kırım bölgesini herkesin gözü önünde ilhak etti şimdi de Ukrayna’nın Rus nüfusunun yoğun olduğu Dombas bölgesine “çökme” hazırlığı yapıyor. Ayrıca Rusya sahip olduğu siber yetenekle koskoca ABD’nin seçimlerine müdahale ettiği, kibirli İngilizleri punduna getirip Avrupa Birliğinden ayrılmalarını sağladığı anlaşılmakla birlikte, nasıl yaptığı ise hala çözülebilmiş değil. Burada İsmet İnönü’ye izafe edilen “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer” sözünü hatırlatmadan geçemeyeceğim. 

ABD ise öteden beri dünya toplumları nezdinde oluşturduğu cazibeyi yumuşak güç unsuru olarak küresel hegemonyasına destek kılmakta, İngiltere kurallarından taviz vermediği üniversitelerini bir sanayi gibi işletmekte, Fransa ise dilini ve kültürünü tam 57 ülkeyi kendisiyle ilişki içinde tutmak amacıyla kullanmaktadır. Bu örnekler uluslararası alanda “güç/kuvvet” uygulamalarının nasıl geliştiğini göstermenin yanı sıra geçmişin kolonyalist devletlerinin kendilerini yeni durumlara nasıl uyarlayarak çıkarlarını sürdürdüklerinin bir izahıdır.

Uluslararası Hukuk, ulusal hukukta olduğu gibi işlemez. Bu hukukun hâkimi, savcısı ve avukatı da diplomasi becerisidir. O nedenle büyük devletler çıkarlarını yürütürken uluslararası hukuku açıktan karşılarına almayı göze almazlar. ABD’nin tüm işgal ve müdahaleleri, Rusya’nın kendi toprakları dışındaki varlığı ve diğer devletlerin her tür operasyonları bir şekilde hukuka yaklaştırılarak icra edilmişlerdir. Büyük devletlerin dışındaki devletler ise çıkarlarını bir denge siyaseti güderek yürütmek zorundadırlar. Örneğin bazı kesimlerin sıklıkla söz etmekten hoşlandığı İkinci Abdülhamit’in kızı Şadiye Sultan anılarında, babasının dış siyasetini,  “Rusları darıltmamak, İngilizleri kuşkulandırmamak, Almanları da koz olarak kullanmak” şeklinde ifade etmişti.

Abdülhamid heterojen bir imparatorluğu idare edebilmek için Balkanlardaki Türk nüfusunu Slavlara karşı; Anadolu’da Kürt nüfusunu Ermenilere karşı, güney eyaletlerindeki Arapları ise İngilizlere karşı güçlendirmiştir. Bu yüzden Balkanlarda İttihat Terakki Türklerin teşkilatlanması, Doğuda Hamidiye Taburları Kürtlerin teşkilatlanması, Güneyde Arabi Paşa hareketi ise Arapların teşkilatlanması haline gelmiş, üç kıtada yürütülen denge siyaseti imparatorluğu bir süre daha ayakta tutmuştu.  Bu denge siyaseti uğruna İngilizlere karşı ayaklanan Afganlara ve Hindistan Müslümanlarına İngiltere kraliçesinin ricası üzerine nasihat heyeti gönderdiğini ve isyan etmemelerini tembih ettiğini dahi kimse hatırlamaz ya da konuşmaz. 

Hülasa uluslararası alan eskisinden daha fazla örgütlü, teşkilatlı ve birbirine irtibatlıdır. Bu realiteyi aklımızın bir köşesine koyup ondan sonra ne yapabileceğimize bakmakta fayda var. “Gavura kızıp oruç bozma” kabilinden örneğin ABD’ye Avrupa’ya kızıp NATO’dan ya da AB başvurusundan çekilmek yerine uluslararası örgütlerin içinde kalmaya devam edip bu örgütler içinde etkinliğimizi artırmanın yollarını aramak daha doğru bir siyaset olur. Türkiye’nin içinde yer aldığı başta Avrupa Konseyi olmak üzere kırk civarı uluslararası örgüt üyeliği bir dış politika ve diplomasi başarısıdır. Bu başarıyı heba etmemek lazım. 
Ayrıca Uluslararası İlişkilerde kimlik politikası hamasi algı ve söylemler üzerinden değil Rusya’nın, Çin’in vatandaşlık; Batının ise İnsan Hakları üzerinden yürüttüğü uluslararası politika şeklinde icra ediliyor. Bu nedenle iki yüz sene önce reelpolitikada bir karşılığının bulunmadığını yaşayarak tecrübe ettiğimiz romantik kimlik siyasetine her şeyi feda etmemeliyiz.