dore okulları
Malatya
28 Nisan, 2024, Pazar
  • DOLAR
    32.45
  • EURO
    34.82
  • ALTIN
    2438.6
  • BIST
    9915.62
  • BTC
    63880.778$

Yakarsa Bu Dünyayı...

05 Temmuz 2023, Çarşamba 12:09
Yakarsa Bu Dünyayı...

Fransa’da başlayan ve gündemi meşgul eden göçmen/göçmen kökenli olaylar Batı’da farklı ülkelerde zaman zaman nükseden potansiyel bir tehlike halini aldı. Herkes bu konuda bir şey söyleyip yorum yaparken, ben konuya daha geniş (oldukça geniş!) bir açıdan bakmayı istedim. İşte manzara-i umumiye: 

14’ncü yüzyılın sonunda Osmanlı devleti entegrasyon politikasıyla istihdam ettiği Kuzey Afrikalı korsanlar sayesinde Akdeniz’i kendi kontrolü altına aldı. Ünlü Barboros Hayrettin Paşa, Kılıç Ali Paşa, Piyale Paşa, Oruç Reis, Burak Reis, Gazi Hasan Paşa ve daha niceleri denizde korsanlık yaparken Osmanlının deniz subayı yapıp devlette istihdam ettiği yeteneklerden.  

Bu durum maceracı bir karaktere sahip Anglosakson kültürünü alternatif arayışına itti ve coğrafi keşifler dediğimiz süreç başladı. Coğrafi keşifler bilim insanlarına yeni ufuklar açarken siyasetçilerin ve finansörlerin hırslarını kamçılayan sömürge sürecinin de başlangıcı oldu. Yeni keşifler ve sömürülen ülkelerden getirilen kaynaklar Avrupa havuzuna dökülerek Batı’da Rönesans’ı başlattı.  Rönesans ekonomik, politik ve askeri sahada bir sıçramaya neden olarak Batı’nın Doğu dünyasına galip gelmesini sağladı. Doğu dünyası bunu bir başarı olarak okuyup Batı kültürünün etkisi ve egemenliği altına girmeye başladı. Batı hayranlığı Doğu’da bir bilinçaltı oluşturdu, Doğuluları kendi köklerinden ve tarihinden kopardı. 

Bu sömürgecilerden biri olan Fransa Kuzey ve Orta Afrika’yı kendi denetimine almış olan bir ülke. İngilizlerle birlikte sömürdükleri ülkelere kendi kültürlerini dayattılar fakat bu süreç tek taraflı değil çift taraflı işledi. Yani bir yanda egemen kültür, diğer yanda egemene içten içe hayranlık besleyen vasal kültür birlikte çalıştı ve sömürülen ülkeleri sömürüye daha da yatkın hale getirdi. Bu durum sömürgeci ülkelerin işlerini daha da kolaylaştırdı, hırslarını daha da kamçıladı. Fakat bu kez yuttukları lokmalar boğazlarından geçemeyecek kadar büyüyünce sömürgelerin yönetimine ortak etmek amacıyla çaresiz “evin zencisi” diyebileceğimiz bir yerli burjuvazi oluşturmaya karar verdiler. Yetenekli kişilerin kendi ülkelerinde eğitim almalarının önünü açtılar. Bu kişilerin, sömürdükleri ülkeleri kendi adlarına yönetmeleri böylelikle yönetimin maliyetini yine sömürdükleri ülkeye yüklemeyi düşündüler. Fakat evdeki hesap her zaman çarşıya uymadı tabi.

Nitekim bu sırada Fransa’da, Fransa’nın iç dinamiklerine bağlı olarak yaşanan Fransız ihtilalinin sözde “özgürlükçü” ve “milliyetçi” fikirleri bu “yerli burjuvaziyi” de etkileyerek sömürülen ülkelerde bağımsızlık hareketlerinin köşe taşlarını oluşturdu. Klasik sömürgeciliğin artık sürdürülemez olduğunu anlayan Batılılar, Doğuluların bilinçaltında bıraktıkları hayranlık mikrobunu fark ederek sömürgelerden çekilmeye karar verdiler. Böylelikle klasik sömürü yerini neo-sömürüye bıraktı. Sömürülen ülkeler kendilerine bağımsızlık hakkı tanıyan bu eski efendilerine bir kat daha hayranlık duyarak geçmişe bir sünger çekti. 

Sömürgeci ülkeler ise dillerini kültürel bir ajan olarak bırakmanın rahatlığı içinde güya evrensel haklara saygı da duyarak bu ülkelerden çekilmiş oldular. İngilizler tarafından sömürülen ülkeler İngilizce üzerinden bir İngiliz Commonwealth’i oluştururken Fransızlar da Fransızca konuşan ülkelerden Frankofoni oluşturdular. Böylelikle eski sömürgelerinin iç siyasetinde etkili olmaya devam edeceklerdi. Fakat diğer yanda kader ağlarını örmeye devam etti tabi.

İngiliz ve Fransızlar eski sömürgelerinden çalışmak için gelen göçmenleri çok önemsemedi. Banliyölerde yaşayan bu insanlar her türlü ayak işlerini ucuza yaparak yeni sömürünün devam etmesini sağlamış oldular. Durum memnuniyet verici düzeyde sayılırdı. Fakat hesapta olmayan şey bu göçmenlerin çocukları kendi ülkelerinde doğunca doğrudan İngiliz ve Fransız vatandaşı olmaya başladılar. Yirmi sene sonra oy kullanma ehliyetine haiz olan göçmenlerin ikinci kuşakları siyasete girdi, dernek kurdu, iş adamı oldu. Belli bir refah düzeyine erişen ikinci kuşağın çocukları ise yani üçüncü, dördüncü kuşaklar İbn-i Haldun’un öngörüsüne uygun olarak babalarının çektiği sıkıntı içinde değil, babalarının kendilerine sağladıkları imkânlar içinde yetiştiler. Fakat bu kez zahmet içinde gayretli ve itaatkâr bireyler değil refah içinde, boşta ve her türlü batak içinde yaşayan, kimsenin söz geçiremediği başıboş gençler olmaya başladılar. Hayata ilgisiz, içinde yaşadıkları topluma protest olan bu gençler eski sömürgeci ülkelerin şimdiki vatandaşları olarak sürekli bir sorun kaynağı haline gelirken, yerlilerle ve düzeni korumaya çalışan görevlilerle öteki/beriki ilişkisi içinde sürekli karşılıklı bilenerek bugün ki atmosferi oluşturdular. Şimdi her nerede bir kıvılcım çaksa artık hemen ateş almaya başladı. 

Yani uzun sözün kısası Batı’nın yaşadığı bu süreç birkaç politika değişikliği ile kolayca çözülebilecek bir şey değil. İsteseler de istemeseler de bu süreç dünyayı değiştirerek ilerlemeye devam edecek. Fakat Fransız ve İngiliz/Amerikan haricindekiler de bu şablonu hatırlarından çıkarmasınlar.  Önümüzdeki elli seneyi şimdiden göremeyenlerin neden olduğu acıyı gelecek nesiller çeker. 

“Asra ant olsun ki, insan hüsrandadır”. 

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.