dore okulları
Malatya
03 Mayıs, 2024, Cuma
  • DOLAR
    32.39
  • EURO
    34.80
  • ALTIN
    2395.6
  • BIST
    10208.65
  • BTC
    59822$

Zam(an) Yolculuğu..!

12 Ağustos 2023, Cumartesi 10:05

Belki günümüzde hâlâ bir zaman makinesi icat edilebilmiş değil ancak zihinlerimizi geçmişe dönük olarak biraz yoklamak bizleri tarihte istediğimiz bir döneme götürmeye yardımcı olacaktır. Şimdi beraber tarihte biraz eskiye gideceğiz ve bu yolculuk bize bir ülkenin ekonomik geçmişine dair önemli bilgiler verecektir. Değişen zamana rağmen, her zaman “ekonominin çemberinden” geçmek zorunda kalan bir toplumun kaderinin yalnızca coğrafyaya bağlı olarak değil, ülke ekonomisinin gerçekleriyle şekillendiğini de gösterecektir.

Ekonomik krizler, siyasal iktidarların korkulu rüyalarından biridir ve kriz dönemlerini yönetme becerileri siyasal iktidarların ömürleri üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. Çünkü geleceğini planlayan seçmenin rasyonel tercihini, yoğun şekilde ekonomik kaygıları yönetmektedir ve bu bakımdan toplumun ekonomik kaygılarını yönetebilen veya ortadan kaldırabilen(!) aktörlerin siyasal etkinliğini sürdürebildiği görülmektedir. Dolayısıyla, Türk siyasal hayatının kaderini şekillendiren dönüm noktalarının ekonomik istikrarsızlığa bağlı siyasal krizler veya siyasal istikrarsızlığa bağlı ekonomik krizler etrafında kısır bir döngü içerisinde gerçekleştiği ve siyasal aktörlerinin de bu sürecin bağımlı değişkenleri olduğu söylenebilir. Yaşanan askeri darbeler ise istikrarsızlıkların ve krizlerin hem nedeni hem de sonucu olması itibariyle adeta sürecin tuzu biberi olmuştur.

Zaman skalamızı şöyle ufak bir genişletmek belki zam(an) yolculuğumuzu daha anlaşılır kılacaktır. Osmanlı ekonomisinin temel yapısını, fetihler, fetihlerden elde edilen vergiler, tarım ve tarımdan elde edilen gelirler oluşturmaktaydı. Devletin iktisadi yapılanması da (vergiler ve tımar) bunun üzerine inşa edilmişti. Süreç içerisinde savaşlardaki yenilgiler, sanayileşmenin gerçekleş(e)memesi, ticaretin gerilemesi ve zamanla tımar sisteminde yaşanan bozulmalar, Osmanlı’da ekonomik istikrarsızlıkların yaşanmasına, toplumun alım gücünün azalmasına, vergilerin yükselmesine ve çeşitli isyanların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Osmanlı mali yapısındaki bozulmaya karşı bir taraftan teşvikler ve destekler verilirken, diğer taraftan devlet gelirlerinin olabildiğince artırılması (vergiler üzerindeki düzenlemeler) yoluyla yaşanan ekonomik gerilemenin engellenmesine yönelik önlemler alınmaya çalışılmıştır. Ancak Osmanlı içine düştüğü istikrarsızlık ve kriz sarmalından -üretimde yineleme ve yenileme eksikliği dolayısıyla- çıkamamıştır.

I. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni rejim ise güçsüz ekonomisiyle bir taraftan Osmanlı’dan kalan borçları ödemeye çalışırken aynı zamanda küresel politik ve ekonomik sisteme entegrasyon çabası içerisindeydi. Türkiye Cumhuriyeti ilk kez 1929 yılında yaşanan Büyük Buhran ile birlikte büyük bir ekonomik krizle karşı karşıya kalmıştır. Her ne kadar süreç içerisinde liberal yaklaşımlar ve devletçi modellerle karma ekonomik politikalar denenmeye çalışılmış olsa da altyapı yetersizliği (sanayi devrimi) ve yaşanan krizlerin de etkisiyle korumacı ve devlet müdahaleci bir anlayıştan vazgeçilememiştir.

İlerleyen yıllarda II. Dünya Savaşı’nın doğrudan etkilerinden uzak kalmayı başaran Türkiye, savaşın dolaylı etkilerinden (ekonomik) doğrudan etkilenmiştir. Bu etkilerden kurtulmanın ve bir nevi de küresel sisteme entegrasyon çabası, Türkiye’nin küresel politik ve iktisadi üyeliklerini (BM, IMF, Dünya Bankası) hızlandırmıştır. Ancak yine bu dönemde Türk parasının değeri düşmüş, enflasyona bağlı yapılan zamların yanı sıra alım gücü azalmış ve 1946 yılında ilk kez devalüasyon gerçekleşmiştir. Dönemin ekonomik istikrarsızlıkları ve uygulamaları 1950 seçimlerinde hükümet değişikliğinin önemli etkenlerinden de biri olmuştur.

1950’li yıllarda demokrasi rüzgarlarının da etkisiyle birlikte serbest piyasa ekonomisine geçiş çalışmalarına ağırlık verilmiştir. 1954 yılına kadar hızla büyüyen Türkiye ekonomisinde yaşanan döviz sıkıntısı ve tarımsal üretimdeki düşüşler, fiyatlar üzerinde hızlı artışlara (zam), yüksek enflasyona, dış ticaretin ve kredilerin azalmasına neden olarak 1958 yılında ikinci kez devalüasyon yaşanmasına neden olmuştur. Ekonomide yaşanan sorunlarla birlikte istikrarsızlığın artması karşısında sosyal ve siyasal alandaki istikrarsızlığın dengelenmesi adına sert tedbirler ve uygulamalar ön plana çıkmaya başlamıştır. Ancak bu yaklaşım dengenin daha fazla bozulmasına neden olarak ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın daha fazla derinleşmesine yol açmış ve maalesef darbenin temel dinamiklerinden birini oluşturmuştur.

1960 sonrasında devletin iktisadi hayata müdahalelerde bulunarak düzenlemeler yaptığı ve belli ölçüde faaliyetler gerçekleştirdiği bir döneme girilmiştir. Dış açıkların kapatılmasına yönelik olarak ithal ikameci politikalar benimsenmiş, kamu harcamaları kısılarak bütçe açıkları daraltılmaya çalışılmıştır. Ancak planlı dönemin uygulamaları istenen düzeyde sonuçlar vermemiş, 1970’li ve 80’li yıllarda yaşanan özellikle dış gelişmeler (1974 Kıbrıs Harekâtı ve 1974-80 Petrol Krizleri) şiddetli ekonomik sorunlara yol açmıştır. Hali hazırda yüksek olan işsizlik ve enflasyon oranları daha fazlayükselmiş, birçok temel tüketim ürününde karaborsa oluşmuş ve bazı maddelere erişimde kıtlıklar yaşanmıştır. Enflasyonun kontrol altına alınması, dış açığın kapatılması, ekonomiye yeniden istikrar kazandırılabilmesi ve liberalize edilebilmesi amacıyla 1980 darbesi öncesinde Türk ekonomisi için önemli düzenlemeler 24 Ocak Kararları ile yürürlüğe konulmuştur. Bu arada ise ekonomik istikrarsızlığı kontrol altına alma çabaları siyasal alanda hükümet değişikliklerine yol açarak siyasal istikrarsızlıklar üretmeye devam etmiştir.

24 Ocak Kararları ile suni olarak bastırılmaya çalışılan ekonomik sorunlar, 1994 yılında yaşanan krizle birlikte tekrar patlak vermiştir. Devletin harcamalar dengesini kamu bankalarından aldığı borçlanmayla sürdürmesi borç yükünü artırmış, devletin bankaların yüksek faizle işlemler (kredi) yapmasına olanak sağlarken aynı zamanda kredi veren yabancı bankalara garantörlük yapması krizi kaçınılmaz kılmıştır. Yaşanan sorunlara tedbir paketi olarak sunulan 5 Nisan 1994 istikrar kararları ise adeta ateşe benzin dökmüş, krizi daha fazla derinleştirmiş, gecelik faiz oranları %400’leri aşarken (hiper)enflasyon oranı %150’leri bulmuştur. Bu durum tüketim ürünlerine yeni zamların yapılmasına ve vergi matrahları üzerinde artışla birlikte yeni ek bir vergilerin alınmasına yol açarak toplum üzerinde yeni ekonomik yüklerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla 90’lı yıllar Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve sosyal krizlerin beraber yaşandığı enflasyonist bir zam(an) dilimine karşılık gelmektedir.

2001 yılında ise Türkiye ekonomi tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biri yaşanmıştır ve bu kriz daha önceki başarısız ekonomik istikrar(!) paketlerinin sonucu olarak değerlendirilebilir. Ayrıca 1999 depreminin bütçe üzerinde ek baskılar oluşturması ve MGK toplantısında yaşanan anayasa kitapçığı fırlatma krizi gibi sosyal ve politik gelişmeler de mevcut ekonomik sorunları derinleştirmiştir. Nihai olarak ekonomik ve politik istikrarsızlık topluma yansımış, birçok işyeri kapanırken binlerce insan işsiz kalmıştır. Ekonomik istikrarsızlık karşısında seçmenlerin ekonomik kaygıları tercihlerinin rasyonalitesine artırmış ve Kasım 2002 seçimlerinde yeni bir hükümetin kurulması üzerinde belirleyici olmuştur.

Yeni hükümet, yeni ekonomi politikaları ve AB üyelik süreciyle birlikte sermaye girişlerini hızlandırarak kısa sürede iç talebin de etkisiyle ekonomi de istikrar ve hızlı büyüme oranlarına ulaşmış, yine ilk dönemlerde enflasyon oranlarında önemli düşüşler gerçekleştirmiştir. İlerleyen süreçte büyüme, istihdam oranlarında ve diğer sektörlerde (tarım, sanayi ve hizmet) önemli gelişmeler de yaşanmıştır. 2007 yılında ABD finansal piyasalarında yaşanan sorunlar 2008 yılında krize dönüşmüş ve kriz tüm ülke ekonomilerini olumsuz etkilediği gibi Türkiye’yi de kısmi olarak etkilemiştir. Ancak kriz bir finans krizi olmasına rağmen Türkiye’de uygulanan yüksek faiz düşük kur politikası nedeniyle krizin etkileri finans alanında değil, yine reel sektörde ve tüketici kesiminde etkisini göstermiştir.

2015 yılından itibaren başlayan bölgesel ve küresel düzeyde siyaset-güvenlik alanındaki gerilimler (sınır dışı operasyonlar, terörle mücadele vb.) Türkiye ekonomisini doğrudan etkilemeye başlamıştır. 2016 yılında gerçekleşen darbe girişimi ise önceki darbelerden farklı olarak ekonomik ve siyasal istikrarsızlığın bir sonucu değil, toplumsal ve siyasal tavizlerin neden olduğu bir sonuçtur. Ancak yaşanan süreç Türkiye ekonomisini olumsuz etkilemiş ve doğrudan yabancı yatırımcıların Türkiye’den uzaklaşmasına neden olmuştur. 2018 yılında yaşanan Rahip Brunson olayı, krize dönüşmüş ve TL’nin döviz karşısında ciddi değer kaybına yol açmıştır. 2019 yılında başlayan Covid-19 pandemisi ise uluslararası ekonomiyi olduğu gibi Türk ekonomisini de doğrudan olumsuz etkilemiş ve temel sorun alanları ithalat-ihracat hareketliliğinin kesintiye uğraması ve turizm gelirlerinin azalması kapsamında gerçekleşmiştir.

2021 yılı itibariyle yeni ekonomi politikaları kapsamında yüksek enflasyon ve faizle mücadele politikaları yürütülmeye çalışılmıştır. Enflasyonun ve faizin nedenlerinden ziyade sonucuna yönelik yürütülen politikalar da kısa süreli faydalar elde edilse de sorunların nedenleri çözülemediği için uzun vadede ekonomik verilerin (enflasyon oranı, döviz kuru, işsizlik, cari açık vb.) istenmeyen yönlü hareketine neden olmaktaydı. Ancak seçimlerin ardından kabinedeki değişiklik hamleleri siyasal ve ekonomik açıdan yeni bir sürecin başladığını da işaret etmektedir. Atamaların ardından Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı’nın açıklamaları, eski politikalardan yavaş yavaş vazgeçildiğini ve sorunlara sonuç odaklı değil, neden odaklı bir yaklaşımın benimsendiğini göstermektedir. Nitekim nedenlerin anlaşılması ve çözülmesi sonuca ulaştıracak, enflasyon oranlarında ve nihayetinde faizlerde istenen düşüşlerin yakalanmasına yardımcı olacaktır.

Diğer taraftan günümüzde mevcut ekonominin durumu, topluma yansıyan yönleriyle değerlendirilmekte ve devletin ve piyasa aktörlerinin gerçekleştirdiği zamlar üzerinden şekillenmektedir. Enflasyon karşısında alınan önlemler ise maaş-ücretlerin (emekli, işçi, memur vb.) artırılmasıyla sağlanmaya çalışılmaktadır. Diğer taraftan 3 harfli vergiler (ÖTV, KDV, MTV) ve ek vergiler üzerinden yapılan zamları, piyasada 3 harfli zincir marketlerin yaptığı zamlar izlemektedir. Ayrıca bu zamları ev kiralarına, gıdaya, akaryakıta, giyime, faturalara vd. yapılan zamlar takip etmekte ve liste uzayıp gitmektedir. Domino etkisi yaratan ve denetimlerden uzak olan bu sürecin nerede duracağını kestirebilmek ise oldukça zor görünmektedir. Buna karşılık toplumun ekonomide yaşanan belirsizlikleri üretim risklerinden ziyade yatırım tercihleriyle (gayrimenkul, borsa-hisse alım-satımı, bitcoin vb.) aşmaya çalışması da ayrı bir sorun alanı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Nihai olarak, tarihsel süreçte Türkiye ekonomisinin yolculuğu küresel krizler ve iç ekonomik sorunlarla inişli çıkışlı bir rotada kesintisiz şekilde devam etmektedir. Süreçte ekonomik istikrarın sağlanmasının yolu ise ekonomi tarihinin olumsuzluklarından etkilenen ve Türk ekonomisinin edilgen unsuru konumunda olan toplumun üretim süreçlerine dahil edilmesiyle, üretim kültürünün kazandırılmasıyla ve üretime dayalı bir ekonomik sistem anlayışının oluşturulmasıyla mümkün görünmektedir. Akıp geçen zaman içerisinde zamlardan uzak, anı yaşamak dileğiyle…

Yorumlar

  • yorum avatar
    Mehmet kaya
    14-08-2023 12:42

    Ağzına sağlık kral

Yorum Yazın

E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar ile işaretlenmişdir.